7






$AIRLERIN
$IIRLERI
ve
HAYATLARI



AHMET HA$IM

1

ATAOL BEHRAMOGLU

1

2

3

ATTILA ILHAN

1

2

3

4

5

CAHIT ZARIFOGLU

1

2

3

4

CAN YUCEL

1

2

3

ISMET OZEL

1

2

3

4

MEHMET AKIF ERSOY

1

2

3

MURATHAN MUNGAN

1

2

3

4

5

6

7

NAZIM HIKMET RAN

1

2

3

4

5

6

7

8

9

10

11

12

13

14

NECIP FAZIL KISAKUREK

1

2

ORHAN VELI KANIK

1

2

SEZAI KARAKOC

1

2

3

SUNAY AKIN

1

2

YAHYA KEMAL BEYATLI

1

YAVUZ BULENT BAKILER

1

YILMAZ ERDOGAN

1

  


7


BASLANGIÇ
 

ONLAR
 
Onlar ki toprakta karinca,
                                   suda balik,
                                                havada kus kadar
                                                             çokturlar;
korkak,
            cesur,
                     câhil,
                             hakîm
                                      ve çocukturlar
ve kahreden
                 yaratan ki onlardir,
destânimizda yalniz onlarin mâceralari vardir.

Onlar ki uyup hainin igvâsina
                                   sancaklarini elden yere düsürürler
ve düsmani meydanda koyup
                                      kaçarlar evlerine
ve onlar ki bir nice murtada hançer üsürürler
ve yesil bir agaç gibi gülen
ve merasimsiz aglayan
ve ana avrat küfreden ki onlardir,
destânimizda yalniz onlarin mâceralari vardir.

Demir,
         kömür
                   ve seker
ve kirmizi bakir
ve mensucat
ve sevda ve zulüm ve hayat
ve bilcümle sanayi kollarinin
ve gökyüzü
                 ve sahra
                             ve mavi okyanus
ve kederli nehir yollarinin,
sürülmüs topragin ve sehirlerin bahti
               bir safak vakti degismis olur,
bir safak vakti karanligin kenarindan
                onlar agir ellerini topraga basip
                                        dogrulduklari zaman.

En bilgin aynalara
         en renkli sekilleri aksettiren onlardir.
Asirda onlar yendi, onlar yenildi.
Çok sözler edildi onlara dair
ve onlar için :
    zincirlerinden baska kaybedecek seyleri yoktur,
                                                                  denildi.

 


BIRINCI BAP
 

YIL 1918-1919 ve KARAYILAN HIKÂYESI
 
 

Atesi ve ihaneti gördük
ve yanan gözlerimizle durduk
                           bu dünyanin üzerinde.
Istanbul 918 Tesrinlerinde,
Izmir 919 Mayisinda
ve Manisa, Menemen, Aydin, Akhisar :
                                  Mayis ortalarindan
                                            Haziran ortalarina kadar
yani tütün kirma mevsimi,
               yani, arpalar biçilip
                                    bugdaya baslanirken
                                                       yuvarlandilar...
Adana,
           Antep,
                     Urfa,
                             Maras :
                                  düsmüs
                                            dövüsüyordu...

Atesi ve ihaneti gördük.
Ve kanli bankerler pazarinda
                            memleketi Alaman'a satanlar,
yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar
düstüler can kaygusuna
ve kurtarmak için baslarini halkin gazabindan
karanliga karisarak basip gittiler.
Yaraliydi, yorgundu, fakirdi millet,
en azili düvellerle dövüsüyordu fakat,
                  dövüsüyordu, köle olmamak için iki kat,
                                        iki kat soyulmamak için.

Atesi ve ihaneti gördük.
Murat nehri, Canik daglari ve Firat,
Yesilirmak, Kizilirmak,
Gültepe, Tilbesar Ovasi,
                     gördü uzun disli Ingiliz'i.
Ve Aksu'yla Köpsu,
Karagöl'le Sögüt Gölü
ve gümüs basamakli türbesinde yatan
                                       büyük, âsik ölü,
sapkasi horoz tüylü Italyan'i gördü.
Ve Çukurova,
kiyasiya düzlük,
uçurumlar, yamaçlar, daglar kiyasiya
ve Seyhan ve Ceyhan
ve kara gözlü Yürük kizi,
gördü mavi üniformali Fransiz'i.
Ve devam ettik atesi ve ihaneti görmekte.
Esraf ve âyân ve mütehayyizânin çogu
ve agalar :
Bagdasar Aga'dan
               Kellesi Büyük Mehmet Aga'ya kadar,
düsmanla birlik oldular.
Ve inekleri, koyunlari, keçileri sürüp, götürüp,
gelinlerin irzina geçip,
çocuklari öldürüp
              ve istiklâli yakip yiktikça düsman,
daga çikti mavzerini, nacagini, çiftesini kapan
ve çig gibi çogaldi çeteler
ve köylülerden pasalar görüldü,
                            kara donlu köylülerden.
Ve bizim tarafa geçenler oldu
                           Tunuslu ve Hindli kölelerden.
Ve Türkistanli Haci Ahmet,
kisik gözleri,
                   seyrek sakali,
                                       hafif makinali tüfegiyle
                                       daglarda bir basina dolasti.
Ve sabahleyin ve ögle sicaginda ve aksamüstü
ve ayisiginda ve yildiz alacasinda geceleyin,
                    ne zaman sikissa bizimkiler,
        peyda oluverdi, yerden biter gibi o
ve ates etti
              ve düsmani dagitti
                                       ve kayboldu daglarda yine.

Atesi ve ihaneti gördük.
Dayandik,
dayandik her yanda,
dayandik Izmir'de, Aydin'da,
Adana'da dayandik,
dayandik, Urfa'da, Maras'ta, Antep'te.

Antepliler silâhsor olur,
uçan turnayi gözünden
kaçan tavsani ard ayagindan vururlar
ve arap kisraginin üstünde
taze yesil selvi gibi ince uzun dururlar.

Antep sicak,
             Antep çetin yerdir.
Antepliler silâhsor olur.
Antepliler yigit kisilerdir.

Karayilan
           Karayilan olmazdan önce
Antep köylüklerinde irgatti.
Belki rahatsizdi, belki rahatti,
bunu düsünmege vakit birakmiyordular,
yasiyordu bir tarla siçani gibi
ve korkakti bir tarla siçani kadar.
Yigitlik atla, silâhla, toprakla olur,
onun ati, silâhi, topragi yoktu.
Boynu yine böyle çöp gibi ince
                  ve böyle kocaman kafaliydi
                                  Karayilan
                                        Karayilan olmazdan önce.

Düsman Antep'e girince
Antepliler onu
             korkusunu saklayan
                              bir fistik agacindan
                                               alip indirdiler.

Altina bir at çekip
               eline bir mavzer
                                      verdiler.

Antep çetin yerdir.
Kirmizi kayalarda
                           yesil kertenkeleler.
Sicak bulutlar dolasir havada
                                            ileri geri...

Düsman tutmustu tepeleri,
düsmanin topu vardi.
Antepliler düz ovada
                      sikismislardi.
Düsman sarapnel döküyordu,
topragi kökünden söküyordu.
Düsman tutmustu tepeleri.
Akan : Antep'in kaniydi.

Düz ovada bir gül fidaniydi
                 Karayilan'in
                            Karayilan olmazdan önceki siperi.
Bu fidan öyle küçük,
korkusu ve kafasi öyle büyüktü ki onun,
namliya tek fisek sürmeden
                  yatiyordu yüzükoyun.

Antep sicak,
              Antep çetin yerdir.
Antepliler silâhsor olur.
Antepliler yigit kisilerdir.
Fakat düsmanin topu vardi.
Ve ne çare, kader,
                  düz ovayi Antepliler
                                     düsmana birakacaklardi.

«Karayilan» olmazdan önce
                     umurunda degildi Karayilan'in
                     kiyamete dek düsmana verseler Antep'i.
Çünkü onu düsünmege alistirmadilar.
Yasadi toprakta bir tarla siçani gibi,
korkakti da bir tarla siçani kadar.

Siperi bir gül fidaniydi onun,
gül fidani dibinde yatiyordu ki yüzükoyun
              ak bir tasin ardindan
                             kara bir yilan
                                          çikardi kafasini.
Derisi isil isil,
             gözleri atesten al,
                              dili çataldi.
Birden bir kursun gelip
                      kafasini aldi.
Hayvan devrildi kaldi.

Karayilan
        Karayilan olmazdan önce
kara yilanin encâmini görünce
haykirdi avaz avaz
            ömrünün ilk düsüncesini .
    «Ibret al, deli gönlüm,
      demir sandikta saklansan bulur seni,
      ak tas ardinda kara yilani bulan ölüm.»

Ve bir tarla siçani gibi yasayip
bir tarla siçani kadar korkak olan,
firlayip atlayinca ileri
bir dehset aldi Anteplileri,
                     segirttiler pesince.
Düsmani tepelerde yediler.
Ve bir tarla siçani gibi yasayip
bir tarla siçani kadar korkak olana :
                                KARAYILAN dediler.

«Karayilan der ki : Harbe oturak,
  Kilis yollarindan kelle getirek,
  nerde düsman varsa orda bitirek,
  vurun ha yigitler namus günüdür...»

Ve biz de bunu böylece duyduk
ve çetesinin basinda yillarca nâmi yürüyen
                                          Karayilan'i
                                          ve Anteplileri
                                          ve Antep'i
                     aynen duyup isittigimiz gibi
                     destânimizin birinci bâbina koyduk.
 



IKINCI BAP
 

YIL YINE 1919 ve ISTANBUL'UN HÂLI ve ERZURUM ve SIVAS KONGRELERI ve KAMBUR KERIM'IN HIKÂYESI
 
 

Biz ki Istanbul sehriyiz,
Seferberligi görmüsüz :
Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin,
vagon ticareti, tifüs ve Ispanyol nezlesi
                       bir de Ittihatçilar,
        bir de uzun konçlu Alman çizmesi
                       914'ten 18'e kadar
                                    yedi bitirdi bizi.
Mücevher gibi uzak ve erisilmezdi seker
erimis altin pahasinda gazyagi
ve namuslu, çaliskan, fakir Istanbullular
sidiklerini yaktilar 5 numara lâmbalarinda.
Yedikleri misir koçaniydi ve arpa
                              ve süpürge tohumu
ve çöp gibi kaldi çocuklarin boynu.
Ve lâkin Tarabya'da, Pötisan'da ve Ada'da Kulüp'te
akti Ren saraplari su gibi
ve sekerin sahibi
kapladi Miloviç'in yorganina 1000 liraliklari.
Miloviç de beyaz at gibi bir kari.
Bir de sakali Halife'nin,
bir de Vilhelm'in biyiklari.

Biz ki Istanbul sehriyiz,
güzelizdir,
dört yanimiz mavi mavi dagdir, denizdir.
Öfkeli, büyük bir sair :
«Ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir»
                                                                   demis
                                                                        bize
ve bir baskasi,
yekpare Acem mülkünü fedâ etti bir sengimize.

Biz ki Istanbul sehriyiz,
iste, arzederiz halimizi
       Türk halkinin yüce katina.
Mevsim yazdir,
919'dur.
Ve tesrinlerinde geçen yilin
dört düvele teslim ettiler bizi,
                       gözü kanli dört düvele
                               anadan dogma çirilçiplak.
Ve kurumustu
            ve kan içindeydi memelerimiz.

Biz ki Istanbul sehriyiz,
Fransiz, Ingiliz, Italyan, Amerikan
                        bir de Yunan,
bir de zavalli Afrika zencileri
                         yer bitirir bizi bir yandan,
bir yandan da kendi köpek döllerimiz :
Vahdettin Sultan,
                        ve damadi Ferit
ve Ingiliz muhipleri
                            ve Mandacilar.

Biz ki Istanbul sehriyiz,
yüce Türk halki,
malûmun olsun çektigimiz acilar...

919 Temmuzunun 23'üncü günü
          pek mütevazi bir mektep salonunda
                            in'ikad etti Erzurum Kongresi.

Erzurum'un kisi zorludur balam,
tandirinda tezek yakar Erzurum,
buz tutar yigitlerinin biyigi
ve geceleyin karli ovada
                kaskati katilasmis, donmus görürsün karanligi.

Erzurum'da kavaklar, balam,
            Erzurum'da kavaklar tane tane,
kavaklarda tane tane yapraklar.
Ve terden ve toz dumandan ve sinekten geçilmez
            Erzurum'da yaz gelip de basti miydi sicaklar.

Erzurum'un düzdür, topraktir dami.
Erzurum güzelleri giyer, balam,
                          incecik ak yünden ehrami.
Yürek boynun büker, balam,
                          Erzurumlu türkülere.
Halim selimdir Erzurum'un adami
                         ve lâkin dönmesin gözü bir kere!...

Erzurum'da on dört gün sürdü Kongre :
orda, mazlum milletlerden bahsedildi
                             bütün mazlum milletlerden
ve emperyalizme karsi dövüslerinden onlarin.

Orda, bir Sûrayi Millî'den bahsedildi,
Iradei Milliyeye müstenit bir Sûrayi Millî'den.
Buna ragmen,
«Âsi gelmiyelim» diyenler vardi,
                 «makami hilâfet ve saltanata.»
Hattâ casuslar vardi içerde.

Buna ragmen,
«Bütün aksâmi vatan birküldür» denildi.
«Kabul olunmaz,» denildi,
                         «Manda ve Himaye...»

Buna ragmen,
Istanbul'da birçok hanimlar, beyler, pasalar,
Türk halkindan kesmislerdi umudu.
Yagdirildi telgraflar Erzurum'a :
   «Amerikan mandasi altina girelim,» diye.
   «Istiklâl, diyorlardi, sâyani arzu ve tercihtir, amma
     bugün bu, diyorlardi, mümkün degil,
     birkaç vilâyet, diyorlardi, kalacak elde,
     su halde, diyorlardi, su halde,
     Memâliki Osmaniye'nin cümlesine sâmil
                    Amerikan mandaterligini talep etmegi
                                 memleketimiz için en nâfi
                                         bir sekli hal kabul ediyoruz.»

Fakat bu sekli halli kabul etmedi Erzurumlu.
Erzurum'un kisi zorludur balam,
buz tutar yigitlerin biyigi.
Erzurum'da kaskati, dimdik ölür adam,
                  kabullenmez yilginligi...

Istanbul'da hanimlar, beyler, pasalar,
tül perdeler, kravatlar, apoletler, siseler,
çiti piti dilleri ve pamuk gibi elleri
                   ve biçare telgraf telleri
                   devretmek için Amerika'ya Anadolu'yu
                   söyle diyorlardi Erzurum'dakilere :
«Bizi bir basimiza biraksalar,
  tarafgirlik, cehalet
              ve çok konusmaktan baska müspet
                                            bir hayat kuramayiz.
  Iste bu yüzden Amerika çok isimize geliyor.
  Filipin gibi vahsi bir memleketi adam etti Amerika.
  Ne olacak,
  Biz de on bes, yirmi sene zahmet çekeriz,
  sonra Yeni Dünya'nin sayesinde
  Istiklâli kafasinda ve cebinde tasiyan
                            bir Türkiye vücuda geliverir.
  Amerika, içine girdigi memleket ve millet hayrina
                             nasil bir idare kurdugunu
                                        Avrupa'ya göstermek ister.
  Hem artik isi uzatmaga gelmez.
  Çok tehlikeli anlar yasiyoruz.
  Sergüzest ve cidâl devri geçmistir :
  Türkiye'yi, genis kafali birkaç kisi belki kurtarabilir.»
 
4 Eylül 919'da toplandi Sivas Kongresi,
ve 8 Eylülde
       Kongrede bu sefer
                    yine ortaya çikti Amerikan mandasi.
Ak koyunla kara koyunun
                                  geçitte belli oldugu günlerdi o günler.
Ve Istanbul'dan gelen bazi zevat,
                        sapsari yilginliklariyla beraber
                        ve ihanetleriyle birlikte
                        bir de Amerikan gazeteci getirmistiler.
Ve Erzurumlulardan ve Sivaslilardan ve Türk milletinden çok
                        isbu Mister Bravn'a güveniyorlardi.
Bu zevata :
    «Istiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler!»
                                                             denildi.
Fakat ayak diredi efendiler :
        «Mandanin, istiklâli ihlâl etmiyecegi muhakkak iken,»
                                                                         dediler,
        «Herhalde bir müzâherete muhtaciz diyorum ben,»
                                                                     dediler,
        «Hem zaten,»
                      dediler,
        «birbirine mani seyler degildir
                                      istiklâl ile manda.
          Ve esasen,»
                          dediler,
        «müstakil kalamayiz böyle bir zamanda.
          Memleket harap,
                          toprak çorak,
                                   borcumuz 500 milyon,
                                              vâridat ise 15 milyon ancak.
          Ve Allah muhafaza buyursun
                           Izmir kalsa Yunanistan'da
                                    ve harbetsek,
                                               düsmanimiz vapurla asker getirir.
          Biz Erzurum'dan hangi simendiferle nakliyat yapabiliriz?
          Mandayi kabul etmeliyiz, hemen,»
                                                         dediler.
        «Onlar dretnot yapiyor,
          biz yelkenli bir gemi yapamiyoruz.
          Hem, Istanbul'daki Amerikan dostlarimiz :
          Mandamiz korkunç degildir,
                                       diyorlar,
          Cemiyeti Akvam nizamnamesine dahildir,
                                                        diyorlar.»

Ve böylece, bin dereden su getirdi Istanbul'dan gelen zevat.
Sivas, mandayi kabul etmedi fakat,
            «Hey gidi deli gönlüm,»
                                         dedi,
            «Akilli, umutlu, sabirli deli gönlüm,
              ya ISTIKLAL, ya ölüm!»
                                               dedi.

Kambur Kerim de böyle dedi aynen.
Adapazarliydi Kambur Kerim.
Seferberlikte ölen babasi marangozdu.
Seferberlik denince aklina Kerim'in :
çok beyaz bir yastikta kara sakalli bir ölü yüzü,
                    Fahri Bey çiftliginde patates toplayip
                               kaz gütmek,
                               mektep kitaplari
                    ve bir de saçlari altin gibi sari
                    fakat alni çizgiler içinde anasi gelir.
335'te Kerim Eskisehir'e gitti,
                    mektebe, teyzelerine ve dayisina.
Dayisi simendiferde makinistti.
Düsman elindeydi Eskisehir.
Kerim on dört yasindaydi,
kamburu yoktu.
Dümdüzdü fidan gibi
                    ve dünyaya merakli bir çocuktu.
Dayisi sürmege gittigi günler simendiferi
Kerim'e ekmek vermediginden teyzeleri
(çok uzun saçli, ihtiyar iki kadin)
               Hintli askerlerle dost oldu Kerim.
Bunlar
          (sasilacak sey)
                     Türkçe bilmeyen
ve siyah sakallari, siyah gözleri parlak,
avuçlarinin üstü esmer, içi ak
ve tel örgülerin üzerinden
Kerim'e bisküviti kutularla atan amcalardi.
Kocaman bir ambarlari vardi,
Kerim içinde oynardi.
Ambarda nohut çuvallari, bakla, kuru üzüm,
                                       (sasilacak sey,
                                       katirlarin yemesi için)
      ve sonra cephane sandiklariyla silahlar.
Bir gün dedi ki makinist dayisi Kerim'e :
     «Ambardan silâh çalip bana getir,
       gâvura karsi koyan zeybeklere gönderecegim.»
Ve ambardan silâh çaldi Kerim :
                             bir
                                 bir tane daha
                                                 bes
                                                     on.
Aldatti Hindistanli dostlarini
                          zeybekleri daha çok sevdiginden.
Zaten çok sürmedi, parlak kara sakalli amcalar gitti,
Kerim geçirdi onlari istasyona kadar.
Ertesi gün Lefke köprüsünü atip
                          zeybekler gelince Eskisehir'e
dayisi Kerim'i elinden tutup
                              verdi onlara.
Ve iste o günden sonra
                        bugüne kadar
                                 kahraman bir türküdür ömrü Kerim'in.
Eskisehir'den alip onu
«Kocaeli Grubu» pasasina götürdüler.
Çatik kasli, yüzü gülmez bir pasaydi bu.

Çabucak ögrendi Kerim ata binmeyi,
sigirtmaç olmayi
              -zaten bilgisi vardi bunda-
kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi,
gizlenmeyi ormanda.
Ve bütün bu marifetleriyle Kerim
kaç kere ölüme bir kursun atimi yaklasarak
ve «Geçmis olsun» dedikleri zaman sasarak
düsman içinden geçip getirdi haber
                                        götürdü haber.
Onu namli bir «kaptan» gibi saydi çeteler,
bir oyun arkadasi gibi sevdi çeteleri o.
Ve bir fidan gibi düz
                   bir fidan gibi cesur
                         bir fidan gibi vaadeden bir çocugun
sevinçle oynadigi bu müthis oyun
                               sürdü 1337'ye kadar...

Kocaeli ormani gürgen ve meseliktir :
yüksek
         kalin.
Gökyüzü gözükmez.
Durgun bir geceydi.
Hafif yagmur yagmisti biraz önce.
Fakat islanmamis ki yerde yapraklar
karanlikta hisirtilarla yürüyordu beygiri Kerim'in.
Solda
         ilerde
                 tepenin eteginde ates yaniyordu :
«Tekneciler» diye anilan
                                gâvur çetelerinin olmali.
Dallardan damlalar düsüyordu Kerim'in yüzüne.
Beygirin basi gittikçe daha çok karanliga giriyor.
Ipsiz Recep'in yanindan dönüyordu Kerim.
            Kâatlar götürmüs
                                   kâatlar getiriyor.
Birdenbire durdu beygir,
heykel gibi,
-Tekneciler'in atesini görmüs olacak-
sonra birdenbire dörtnala kalkti.
Sasirdi Kerim.
Dizginleri birakti.
Sarildi beygirin boynuna.
Deli gibi gidiyordu hayvan.
Çocuga art arda çarpiyordu agaçlar.
Meseleri ve gürgenleriyle orman
karanlik  bir rüzgâr gibi geçiyor iki yandan.
Kim bilir kaç saat böyle gidildi.
Orman bitti birdenbire.
-Ay dogmus olacak ki ortalik aydinlikti-
Ve Kerim ayni hizla geldigi zaman
                               Armasa'nin altinda Basdegirmenler'e
                                            beygir ansizin kapaklandi yere,
                                                                tekerlendi Kerim.
Dogruldu.
Ve aklina ilk gelen sey
                       saatina bakmak oldu.
Kirilmisti cami.
Bindi beygire tekrar.
Hayvan topalliyordu biraz.
Uslu uslu yola koyuldular.
Sol kulagi kaniyordu Kerim'in,
Kirezce'ye geldiler
                     (Sapanca'yla Arifiye arasi),
Kerim durdu,
Biraz zor nefes aliyordu.
Geyve'ye girdi ertesi aksam.
Beli o kadar agriyordu ki
                             inemedi beygirden
                                                       indirdiler.
Kerim'i bir yayliya bindirdiler.
Adapazari.
Sonra belki on gün, belki on bes,
                      kagnilar, mekkâre arabalari,
sonra, gitgide daralan nefesi,
Yahsihan,
              Konya,
                         Sile nahiyesi
                         (burda malûl gaziler için
                                         takma kol ve bacak yapiliyordu),
ve nihayet Hatçehan köyünden çikikçi Serif Usta.
Hâlâ rüyalarinda görür Kerim
                   incecik bir yoldan esekle gelip
                                          üzerine dogru egilen
                                          bu çiçekbozugu insan yüzünü.
Usta, ovdu Kerim'i bayiltincaya kadar.
Sonra, zifte koydu bu kirilmis dal gibi çocuk gövdesini.
Yirmi gün geçti aradan.
Ve sonra bir ikindi vakti ziftin içinden
                                          Kerim'i kambur çikardilar.


 

ÜÇÜNCÜ BAP
 

YIL 1920 ve ARHAVELI ISMAIL'IN HIKÂYESI
 
 

Atesi ve ihaneti gördük.

Düsman ordusu yine basladi yürümege.
Akhisar, Karacabey,
Bursa ve Bursa'nin dogusunda Aksu,
                          çarpisarak çekildik...
920'nin
           29 Agustos'u :
                           Usak düstü.
Yarali
        ve dehsetli kizgin
                      fakat topragimizdan emin,
                                         Dumlupinar sirtlarindayiz.
Nazilli düstü.

Atesi ve ihaneti gördük.
Dayandik
            dayanmaktayiz.

1920 Subat, Nisan, Mayis,
Bolu, Düzce, Geyve, Adapazari :
Içimizde Hilâfet Ordusu,
                        Anzavur isyanlari.
Ve ayni siradan,
3 Ekim Konya.
Sabah.
500 asker kaçagi ve yesil bayragiyla Delibas
                                                      girdi sehre.
Alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler.
Ve Manavgat istikametlerinde kaçip
                                   ölümlerine giderken
terkilerinde kesilmis kafalar götürdüler.

Ve 29 Aralik Kütahya :
4 top
    ve 1800 atli bir ihanet
                            yani Çerkez Ethem,
bir gece vakti
kilim ve hali yüklü katirlari,
koyun ve sigir sürülerini önüne katip
                                           düsmana geçti.
Yürekleri karanlik,
kemerleri ve kamçilari gümüslüydü,
atlari ve kendileri semizdiler...

Atesi ve ihaneti gördük.
Ruhumuz firtinali, etimiz mütehammil.
Sevgisiz ve ihtirassiz çiplak devler degil,
inanilmaz zaaflari, korkunç kuvvetleriyle,
silâhlari ve beygirleriyle insanlardi dayanan.
Beygirler çirkindiler,
                            bakimsizdilar,
hasta bir fundaliktan yüksek degillerdi.
Fakat bozkirda kisneyip köpürmeden
sabirli ve doludizgin kosmasini biliyorlardi.
Insanlar uzun asker kaputluydu,
                                      yalnayakti insanlar.
Insanlarin basinda kalpak,
                                      yüreklerinde keder,
                    yüreklerinde müthis bir ümit vardi.
Insanlar devrilmisti, kedersiz ve ümitsizdiler.
Insanlar, etlerinde kursun yaralariyla
                   köy odalarinda unutulmustular.
Ve orda sargi,
                    deri
                         ve asker postallari halinde
                         yan yana, sirtüstü yatiyorlardi.
Koparilmis gibiydi parmaklari saplandigi yerden
                                                         egrilip bükülmüstü
ve avuçlarinda toprak ve kan vardi.

Ve asker kaçaklari,
korkulari, mavzerleri, çiplak, ölü ayaklariyla
karanlikta köylerin içinden geçiyorlardi.
Acikmistilar,
merhametsizdiler,
bedbahttilar.
Sosenin issiz beyazligina inip
nal sesleri ve yildizlarla gelen atliyi çeviriyor
ve Bolu daginda ekmek bulamadiklari için
                                    deviriyorlardi uçurumlara :
sayak, cigara kâadi, tuz ve sabun yüklü yaylilari.

Ve çok uzak,
                çok uzaklardaki Istanbul limaninda,
gecenin bu geç vakitlerinde,
kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takalari :
                                                hürriyet ve ümit,
                                                su ve rüzgârdilar.
Onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculugundan beri vardilar.
Tekneleri kestane agacindandi,
üç tondan on tona kadardilar
ve lâkin yelkenlerinin altinda
                             findik ve tütün getirip
                                   seker ve zeytinyagi götürürlerdi.
Simdi, büyük sirlarini götürüyorlardi.
Simdi, denizde bir insan sesinin
                   ve demirli sileplerin kederlerini
ve Kabatas açiklarinda sallanan
                            saman kayiklarinin fenerlerini
                                                    peslerinde birakip
ve karanlik suda Amerikan taretlerinin önünden akip
                                                küçük,
                                                          kurnaz
                                                                    ve magrur
                                                  gidiyorlardi Karadeniz'e.
Dümende ve basaltlarinda insanlari vardi ki
bunlar
uzun egri burunlu
ve konusmayi sehvetle seven insanlardi ki
sirti lâcivert hamsilerin ve misir ekmeginin
                                                zaferi için
hiç kimseden hiçbir sey beklemeksizin
bir sarki söyler gibi ölebilirdiler...

Karanlikta kursunîi derisi kirmiziya boyanan
                                                baltabas gemi
                                                Ingiliz torpitosudur.
Ve dalgalarin üstünde sallanarak
                                             alev alev
                                                          yanan :
                        Saban Reisin bes tonluk takasi.

Kerempe Fenerinin yirmi mil açiginda,
gecenin karanliginda,
dalgalar minare boyundaydilar
ve baslari bembeyaz parçalanip dagiliyordu.
Rüzgar :
        yildiz - poyraz.
Esirlerini bordasina alip
                       kayboldu Ingiliz torpitosu.
Saban Reisin teknesi
                       atesten diregiyle gömüldü suya.

Arheveli Ismail
              bu ölen teknedendi.
Ve simdi
Kerempe Fenerinin açiginda,
batan teknenin kayiginda
emanetiyle tek basinadir,
fakat yalniz degil :
                    rüzgârin,
                            bulutlarin
                                  ve dalgalarin kalabaligi,
Ismail'in etrafinda hep bir agizdan konusuyordu.

Arheveli Ismail
              kendi kendine sordu :
«Emanetimizle varabilecek miyiz?»
Kendine cevap verdi :
«Varmamis olmaz.»

Gece, Tophane rihtiminda
Kamaci ustasi Bekir Usta ona :
«Evlâdim Ismail,» dedi,
«hiç kimseye degil,» dedi,
                        «bu, sana emanettir.»

Ve Kerempe Fenerinde
düsman projektörü dolasinca takanin yelkenlerinde,
Ismail, reisinden izin isteyip,
                      «Saban Reis,» deyip,
                      «emaneti yerine götürmeliyiz,» deyip
                                                  atladi takanin patalyasina,
                                                                                 açildi.

«Allah büyük
  ama kayik küçük» demis Yahudi.
Ismail bodoslamadan bir sagnak yedi,
                                      bir sagnak daha,
                                      pesinden üç-kardesler.
Ve denizi biçak atmak kadar iyi bilmeseydi eger
                                                alabora olacakti.

Rüzgâr tam kerte yildiza dönüyor.
Ta karsida bir kirmizi damla isik görünüyor :
Sivastopol'a giden bir geminin
                                        sancak feneri.

Elleri kanayarak
                      çekiyor Ismail kürekleri.
Ismail rahattir.
Kavgadan
                ve emanetinden baska her seyin haricinde,
Ismail unsurunun içinde.
Emanet :
           bir agir makinali tüfektir.
Ve Ismail'in gözü tutmazsa liman reislerini
                                     ta Ankara'ya kadar gidip
                                     onu kendi eliyle teslim edecektir.

Rüzgâr bocaliyor.
Belki karayel gösterecek.
En azdan on bes mil uzaktir en yakin sahil.
Fakat Ismail
                 ellerine güvenir.
O eller ekmegi, küreklerin sapini, dümenin yekesini
ve Kemeralti'nda Fotika'nin memesini
                                               ayni emniyetle tutarlar.

Rüzgâr karayel göstermedi.
Yüz kerte birden atlayip rüzgâr
bir anda bütün ipleri biçakla kesilmis gibi
                                                         düstü.

Ismail beklemiyordu bunu.
Dalgalar bir müddet daha
yuvarlandilar teknenin altinda
sonra deniz dümdüz
                            ve simsiyah
                                            durdu.
Ismail sasirip birakti kürekleri.
Ne korkunçtur düsmek kavganin haricine.
Bir ürperme geldi Ismail'in içine.
Ve bir balik gibi ürkerek,
bir sandal
bir çift kürek
ve durgun
           ölü bir deniz seklinde gördü yalnizligi.
Ve birdenbire
             öyle kahrolup duydu ki insansizligi
                                            yildi elleri,
                                            yüklendi küreklere,
                                            kirildi kürekler.

Sular tekneyi açiga sürüklüyor.
Artik hiçbir sey mümkün degil.
Kaldi ölü bir denizin ortasinda
                        kanayan elleri ve emanetiyle Ismail.
Ilkönce küfretti.
Sonra, «elham» okumak geldi içinden.
Sonra, güldü,
           egilip oksadi mübarek emaneti.
Sonra...
Sonra, malûm olmadi insanlara
Arhaveli Ismail'in âkibeti...
 


 

DÖRDÜNCÜ BAP
 

NURETTIN ESFAK'IN BIR MEKTUBU ve BIR SIIRI
 
 

Kardesim,
sana bu mektubu Ankara'da Kuyulu kahvede yaziyorum.
Hep ayni Anadolu havalarini çaliyor gramofon
                     kocaman bir boru çiçegine benzeyen agziyla,
Disarda yagmur...
Mektepten istifa ettim.
Cepheye gidiyorum ihtiyat zabitligiyle.
Çocuklarimiza Türkçe okutmak,
ögretmek, sevdirmek onlara
              dünyanin en diri, en taze dillerinden birini,
                                                       kendi dillerini,
                                                                güzel sey,
                                                                  büyük sey.
Fakat bu dilin insanlari için çakmak çalmak cehpede
                                                            daha büyük
                                                            daha güzel.

Biliyorum :
            is bölümünden bahsedeceksin.
Fakat, Ankara'da çocuklara ders vermek,
bozkirda ates hattina girmek
                                       haksiz ve hazin
                                                 bir is bölümü.
Öyle günlerde yasiyoruz ki
ben bir is yapabildim diyebilmek için :
hep alninin ortasinda duyacaksin ölümü.

Bak, tam sana bunlari yazarken
asker geçiyor sokaktan ;
yagmurda harap postallarinin mesinini islatarak
Meclis'in önüne dogru iniyorlar,
                        Istasyona gidecekler.
Ve türkü  söylerken, her nedense her zaman yaptigi gibi,
                   sesini incelterek mars okuyor genç Türk köylüsü :
                          «Ankara'nin tasina bak,
                            gözlerimin yasina bak...»

Yüzleri mühim, dalgin ve yorgun.
Tiraslari uzamis biraz.
Elleri büyük ve esmer.
Elâ gözlüler, kara gözlüler, mavi gözlüler.

Yine birdenbire Yunus Emre geldi aklima.
Baska türlü anliyorum ben Yunus'u :
Bence onda bütün bir devir dile gelmis Türk köylüsü :
                                      öte dünyaya dair degil,
                                          bu dünyaya dair kaygilariyla...

Bir siir yazdim,
garip bir siir,
«Türk Köylüsü» diye.
Bir tuhaf mi oluyor böyle günlerde siir yazmak?
Her ne hâl ise, hosça kal, gözlerinden öperim.


                                                          Kardesin
                                                      Nurettin Esfak
 
 
 

TÜRK KÖYLÜSÜ

 

Topraktan ögrenip
                      kitapsiz bilendir.
Hoca Nasreddin gibi aglayan
                       Bayburtlu Zihni gibi gülendir.
Ferhad'dir
               Kerem'dir
                               ve Keloglan'dir.
Yol görünür onun garip serine,
analar, babalar umudu keser,
kahbe felek ona eder oyunu.
Çarsambayi sel alir,
bir yâr sever
                   el alir,
kanadi kirilir
                   çöllerde kalir,
ölmeden mezara koyarlar onu.
O, «Yûnusû biçâredir
       Bastan ayaga yâredir»,
agu içer su yerine.
Fakat bir kerre bir derd anlayan düsmeyegörsün önlerine
ve bir kerre vakterisip
                                «-Gayrik yeter!...»
                                                    demesinler.
Bunu bir dediler mi,
«Isrâfil sûrunu urur,
           mahlûkat yerinden durur»,
topragin nabzi baslar
                          onun nabizlarinda atmaga.
Ne kendi nefsini korur,
                          ne düsmani kayirir,
«Daglari yirtip ayirir,
  kayalari kesip yol eyler âbihayat akitmaga...»
 



BESINCI BAP
 

920'NIN 16 MARTI ve MANASTIRLI HAMDI EFENDI ve RESADIYELI VELI OGLU MEMET'IN HIKÂYESI
 
 

 

«Bu hamiyetli ve cesur, Manastirli Hamdi Efendi olmasaydi, Istanbul felâketinden kim bilir haber almak için ne kadar intizarlar içinde kalacaktik. Istanbul'da bulunan nâzir, mebus, kumandan, teskilâtimiz mensuplari içinden bir zat çikip vaktiyle bize haber vermegi düsünmemis oldugu anlasiliyor. Demek ki cümlesini heyecan ve helecan kaplamisti. Bir ucu Ankara'da bulunan telin Istanbul'da bulunan ucuna yanasamayacak kadar saskin bir hale gelmis olduklarina bilmem ki hükmetmek caiz olur mu?»

(Nutuk, s. 295, Devlet Basimevi, Istanbul 1938)
 

 

920'nin 16 Marti.
Ögleden evvel
saat onda
makina basinda söyle bir telgraf aldi Ankara'daki :

    «Der-aliye 16/3/1920.
      Ingilizler basti bu sabah
              Sehzadebasi'ndaki Muzika karakolunu.
      Müsademe edildi.
      Isgal altina aliyorlar Istanbul'u simdi.
      Berâyi malûmat arzolunur.
                                            Manastirli Hamdi.»

920'nin 16 Marti.
Harbiye Nezareti telgrafhanesi buldu Ankara'yi :
    «Etrafta dolasiyor Ingiliz askerleri.
      Simdi iste
      Ingiliz askerleri giriyorlar nezarete.
      Iste giriyorlar içeri.
      Nizamiye kapisina.
      Teli kes.
      Ingilizler burdadir.»

920'nin 16 Marti.
Manastirli Hamdi Efendi
               buldu Ankara'dakini tekrar :

    «Pasa hazretleri,
      Harbiye telgrafhanesini de isgal etti Ingiliz bahriye askeri
      Tophane'yi de isgal ediyorlar bir taraftan,
      bir taraftan da zirhlilardan asker ihraç olunuyor.
      Vaziyet vehamet kesbediyor efendim.
      Pasa hazretleri,
      Emri devletlerine muntazirim.

                                                16 Mart 1920
                                                    Hamdi»
 

920'nin 16 Marti.
Durumu bir daha tekrar etti Hamdi Efendi :

    «Sabah bizim asker uykuda iken
      Ingiliz bahriye efradi karakolu isgal etmekte iken
      askerlerimiz uykudan saskin kalkinca müsademe basliyor.
      Neticede bizden alti sehit, on bes mecruh olup
      Ingilizler zirhlilari rihtima yanastirip
      Beyoglu ve Tophane'yi isgal edip.
      Iste Beyoglu telgrafhanesi de yok.
      Iste Beyoglu telgraf memurlari geldiler.
      Kovmuslar.
      Burasi da isgal olunacaktir bir saata kadar.
      Simdi haber aldim efendim.»

920'nin 16 Marti
uykuda kesti kâfir üçümüzü,
kursuna dizdi kâfir ikimizi.
Ingiliz'in hepsi degil domuzu
Sabaha karsi aldi canimizi.

920'nin 16 Marti
basildi Vezneciler'de karargâh.
Uyan be tosunum uyan.
Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
üçümüz : Abdullah çavus, Sarkisla'dan Osman,
                                bir de Zileli Abdülkadir.

920'nin 16 Marti
Bozdogan Kemeri'nde
kursuna dizdi kâfir ikimizi.
Ahmet oglu Nasuh arkadasimin adi,
Resadiyeli Veli oglu Memet benimkisi.

920'nin 16 Marti
uykuda kesti kâfir üçümüzü.
Soktu Osman'in karnina kasaturayi,
basti gögsüne kâfirin dizi.
Dört çocuk babasiydi Abdullah çavus.
Doymadi dünyasina Abdülkadir.
Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
kursuna dizdi ikimizi.

920'nin 16 Mart sabahi,
karakolun karsisinda
          birakmadim elimden silâhi,
          yere serdim iki Ingiliz'i.
Senin irzini kurtardim Istanbul'um,
Sana can feda çakir gözlü gülüm.

Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
kursuna dizdi ikimizi.
Simdi üçümüz :
Abdullah ve Osman ve Abdülkadir,
taslari yan yana yatar Eyüp'te.
Arama, bulamazsin ikimizin kabrini,
belki masrikta, belki magripte,
biz de bilemeyiz yerini.
 

Uykuda kestiler üçümüzü,
kursuna dizdiler ikimizi,
Ahmet oglu Nasuh arkadasimin adi,
Resadiyeli Veli oglu Memet benimkisi.
Bir de altincimiz var,
kara kaytan biyikli bir sehit,
son mekâni söyle dursun,
              adini da bilen yok...

 ALTINCI BAP
 

MUHAREBELER ve DÜSMAN ELINDE KALANLAR ve KARTALLI KÂZIM'IN HIKÂYESI
 
 

Inönü meydani, yavrum,
rüzgâr,
soguklar insani ari gibi hasliyor.
Zemheriler bitti diyelim,
              hamsin ya basladi, ya basliyor.
Muharebe bes gün bes gece sürdü.
Kan gövdeyi götürdü.
Ve nihayetinde
düsmanlar karin üstünde
                    top arabalari, sandiklar dolusu konyak,
                                         alti kamyon biraktilar.
Sonra, kaçarlarken, yavrum,
                               köyleri, köprüleri yaktilar...

Bu, Birinci Inönü,
sonra ikincisi :
23 Mart 1921 günü
düsmanin Bursa ve Usak gruplari üstümüze yürüyor.
Onlarda, topçu ve piyade
                     bizden üç kere fazla,
bizim atlimiz çok.
Atlarin makanizmasi,
                        hartucu,
                                namlusu yoktur
ve kiliç
          çiplak, ucuz bir demirdir.
26 Mart :
Aksam.
Sag cenah ilerimize yanastilar.
27 Mart :
Bütün cephelerde temas.
28, 29, 30 :
Kavgaya devam.
Ve Martin 31'inci gecesinde,
                 (ayisigi var miydi bilmiyorum)
Inönü karanligi sesler ve kivilcimlarla doluydu.
Ve ertesi gün
                    1 Nisan :
                          Metristepe aydinlaniyor.
Saat alti otuz.
Bozöyük yaniyor.
Düsman muharebe meydanini silâhlarimiza terketmistir.

Sonra, 8 Nisandan 11 Nisana kadar :
Dumlupinar.

Sonra, Haziran.
Bir yaz gecesi.
Dünyada yalniz piriltilar
                        ve böceklerin sesi.
Sakarya'yi üç yerinden sallarla geçiyoruz.
Basarak aldik
                    Adapazari'ni.
Ve dolasip Sapanca Gölü'nün sazliklarini
            yanastik Izmit'in dogusunda çuha fabrikasina.
Düsman,
kismen gemilere binerek
                                    denizden
ve kismen
               Karamürsel üzerinden
                                     Bursa'ya çekilip
               bosaltti Izmit sehrini gece yarisi.

Sonra 23 Agustos :
Sakarya melhamei kübrâsi ki
devami 13 Eylül gününe kadardir.
Bizim kirk bin piyademiz,
                          dört bin bes yüz atlimiz,
düsmanin seksen sekiz bin piyadesi,
                                        üç yüz topu vardir.
Harp meydaninin kuzey yani
                              Sakarya
                                         ve daglardir :
keskin
        ve dik yamaçlariyla
ve kireçli topraklari
       ve kayalarinda tek baslarina birbirinden uzak
hasin
        ve münzevi çam agaçlariyla
                                               Abdülselâm-dagi,
                                                              Gökler-dagi,
                                                                                daglar.

Ve Sakarya'dan bu havalide
yalniz, çatal tirnakli karacalar su içmektedir.
Ankara suyunun döküldügü yerden
                     Eskisehir kuzeybatisina kadar
Sakarya mecrasi uçurumlar içinden geçmektedir.
Güneyde
        ve güneydoguda
        yapraksiz ve hazin
                       genis ve uzun
ve insana biraktigi hiçbir seye acimadan
                                                ölmek arzusu veren
                                                          Cihanbeyli ovasi :
                                                                                 çöl...
Bu çölün,
            bu daglarin,
                      bu nehrin ve bizim önümüzde
yirmi iki gün ve gece fasilasiz dövüsüp
düsman ordusu ric'ata mecbur kaldi.

Buna ragmen :
Sene 1922
         ve 15 vilâyet ve sancak
                     ve 9 büyük sehir
                     düsman elindedir.
Inanilmaz seyler düsmandadir ki
                              bunlarin arasinda :
7 göl, 11 nehir
ve köklerinde baltamizin yarasi
        ve yanginlariyla bizim olan
                      yüz kere yüz bin dönüm orman,
bir tersane, iki silâh fabrikasi,
ve 19 körfez ve liman ki
       belki birçogunun
            rihtimi,
                    mendiregi,
                              kirmizi, yesil fenerleri yoktur
ve belki sularinda
           ates kayiklarinin isiltisindan baska isik yanmadi,
fakat onlar
        tahta iskeleleri ve kederli balikçilariyla bizimdiler.
Sonra, 3 deniz,
           6 kol tren hatti,
sonra, göz alabildigine yol :
silaya gittigimiz,
gurbette göründügümüz
ve neden
          ve niçin oldugunu sormadan
çöle, Çanakkale'ye,
                  ölüme gittigimiz yol
ve sonra toprak
ve o topragin insanlari :
Usak tezgâhlarinin hali dokuyanlari,
klaptan islemeli egerleriyle meshur
                            Manisa'li saraçlar,
yol kiyilarinda ve istasyonlarda açlar
ve kurnaz
           ve cesur
                 ve agirbasli ve çapkin
                               ve kütleleriyle delikanli
                                      Istanbul ve Izmir isçileri
ve zahire ve kantariye tâcirleriyle esraf ve âyân,
kil çadirli yürükleri Aydin'in,
ve sonra, irgat,
                    ortakçi,
                              maraba,
davarli ve davarsiz,
yarim mesin çizmeli
              ve ham çarikli köylüler.
15 vilâyet ve sancak
        ve 9 büyük sehir
            düsman elindedir.

Mehtapli bir gece,
gümüs bir kutunun içindesin :
          ortalik öyle bir tuhaf aydinlik, öyle issiz.
Ya çok seslidir
         ya hiç ses vermez mehtapli gece zaten.

Yatiyor filintasinin arkasinda Kartalli Kâzim.
Kiz gibi Osmanli filintasi.
Parliyor arpacik
                     namlinin ucunda :
yüz yillik yoldaymis gibi uzak
                                   ve bir damlacik.

Kâzim emir aldi merkezden :
Gebze'deki Ingiliz'in tercümani vurulacak.
Köylerde teskilât kurmus tercüman Mansur :
                                       satiyor bizimkileri.

Kâzim iyi hesaplamis herifin geçecegi yeri.
Iste sökün etti Mansur karsidan :
                      beygirin üzerinde.
Beygir yüksek,
                Ingiliz kadanasi.
Kendi halinde yürüyor hayvan
                         ortasinda demiryolunun
                                       sallana sallana,
                                                  agir agir.
Tercüman herhalde birakmis dizginleri,
                            basi sallaniyor,
                                   belki de uyuyor üzerinde beygirin.

Yaklastikça büyüyor herif.
Zaten mehtapta heybetli görünür insan.

Arada kaldi kalmadi dört yüz adim,
namliyi kaldirdi birazcik Kâzim,
nisan aldi sallanan basina Mansur'un.
Soldaki yamaçtan bir tas parçasi düstü.
Bir kus uçtu sagdaki agaçtan,
             -agaç çinar-.
Kus ürkmüs olacak.
Çevrildi Kâzim'in basi kusun uçtugu yana,
                        mehtapla yüz yüze geldiler.
                        Mehtap koskocaman,
                                                  desdegirmi,
                                                             bembeyaz.
                        Ve Kâzim'in gözünü aldi âdeta.
Zaten bu yüzden,
tekrar göz, gez, arpacik
                       ve filintayi atesledigi zaman
ilk kursun Mansur'un basini delecek yerde
                                        galiba omuzuna girdi.
Herif  «Hink» dedi bir,
beygirin basini çevirdi
                        dörtnal kaçiyor.
Yetistirdi ikinci kursunu Kâzim.
Beygirin üstünde sola yikildi Mansur.
Üçüncü kursun.
Tercüman düstü beygirden.
Fakat bir ayagi üzengiye takili kalmis,
               sürüklendi kaçan hayvanin pesinde biraz,
sonra kurtuldu ki ayagi
               yikilip kaldi oldugu yerde.
Yamaca sardi beygir.
Kalkti Kâzim,
              yürüdü Mansur'a dogru,
üzerinden kâatlari alacak.
Arada dört telgraf diregi yalniz,
                       elliserden iki yüz metre eder.
Mansur dogruldu ansizin,
                                  kaçiyor bayir asagi.
Filintayi omuzladi Kâzim.
Dördüncü kursun.
Yikildi herif.
Kostu Kâzim.
Dogruldu yine Mansur.
Yürüyor sarhos gibi sallanarak,
                    kaçmiyor artik,
                                   yürüyor.
Kâzim da birakti kosmayi.
Deniz kiyisina indiler.
Orda bos bir fabrika var,
bir de beyaz bir ev,
tahta iskelesi iner denizin içine kadar.
Mansur suya giriyor,
kâatlar islanacak.
Besinci kursunu yakti Kâzim.
Suya düsüp kaldi önde giden
ve Kâzim tazelerken sarjörü
bir isik yandi beyaz evde,
                              bir pencere açildi.
Galiba bir kadin bakti disariya..
Bogazlaniyormus gibi bagirdi Mansur.
Pencere kapandi,
isik söndü.
Tercüman atti kendini tahta iskeleye.
Art ayaklari kirilmis bir hayvan gibi sürünüp tirmaniyor.
Hay anasini,
ay da denize düsmüs
toplanip dagiliyor,
                     dagilip toplaniyor.
Velhasil,
lâfi uzatmiyalim,
Mansur'un isini biçakla bitirdi Kâzim.
Kâatlar kan içindeydi.
Fakat kan kapatmiyor yaziyi...

Namussuzun biriydi Mansur,
                           muhakkak.
Düsmana satilmisti,
                          orasi öyle.
Kaç kisinin basini yedi,
                               malûm.
Ama ne de olsa
mehtapta herif beygirin üzerinde uyumus geliyordu.
Demek istedigim,
böyle günlerde bile, böyle bir adami bile bu çesit öldürüp
ortalik duruldukta, yillarca sonra mehtaba baktigin vakit
                                                 üzüntü çekmemek için,
                    ya insanlarda yürek dedigin tastan olacak,
                 yahut da dehsetli namuslu olacak yüregin,
Kâzim'inki tastan degildi çok sükür,
                                fakat namuslu.
Ne malûm? dersen :
Dövüstü pir askina,
yaralandi birkaç kere
ve saire.
Ve kavga bittigi zaman
ne çiftlik sahibi oldu, ne apartiman.
Kavgadan önce Kartal'da bahçivandi,
                    kavgadan sonra Kartal'da bahçivan...
 

YEDINCI BAP
 

922 AGUSTOS AYI ve KADINLARIMIZ ve 6 AGUSTOS EMRI ve BIR ÂLETLE BIR INSANIN HIKÂYESI
 
 

Ayin altinda kagnilar gidiyordu.
Kagnilar gidiyordu Aksehir üstünden Afyon'a dogru.
Toprak öyle bitip tükenmez,
daglar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
                 hiçbir menzile erismiyecekti.
Kagnilar yürüyordu yekpare meseden tekerlekleriyle.
Ve onlar
             ayin altinda dönen ilk tekerlekti.
Ayin altinda öküzler
baska ve çok küçük bir dünyadan gelmisler gibi
                                          ufacik, kisaciktilar,
ve piriltilar vardi hasta, kirik boynuzlarinda
ve ayaklari altindan akan
                       toprak,
                             toprak
                                   ve toprakti.
Gece aydinlik ve sicak
ve kagnilarda tahta yataklarinda
koyu mavi humbaralar çirilçiplakti.
Ve kadinlar
birbirlerinden gizliyerek
bakiyorlardi ayin altinda
geçmis kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
Ve kadinlar,
bizim kadinlarimiz :
korkunç ve mübarek elleri,
              ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
                                        anamiz, avradimiz, yârimiz
ve sanki hiç yasamamis gibi ölen
ve soframizdaki yeri
                 öküzümüzden sonra gelen
ve daglara kaçirip ugrunda hapis yattigimiz
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana kosulan
ve agillarda
isiltisinda yere sapli biçaklarin
oynak, agir kalçalari ve zilleriyle bizim olan
                                           kadinlar,
                                                 bizim kadinlarimiz
simdi ayin altinda
kagnilarin ve hartuçlarin pesinde
harman yerine kehribar basakli sap çeker gibi
ayni yürek ferahligi,
ayni yorgun aliskanlik içindeydiler.
Ve on beslik sarapnelin çeliginde
                             ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
Ve ayin altinda kagnilar
               yürüyordu Aksehir üstünden Afyon'a dogru.

«6 Agustos emri» verilmistir.
Birinci ve Ikinci ordular, kit'alari, kagnilari, süvari alaylariyla
yer degistiriyordu, yer degistirecek.
98956 tüfek,
                325 top,
                        5 tayyare,
2800 küsur mitralyöz,
2500 küsur kiliç
ve 186326 tane piril piril insan yüregi
ve bunun iki misli kulak, kol, ayak ve göz
                        kimildaniyordu gecenin içinde.
Gecenin içinde toprak.
Gecenin içinde rüzgâr.
Hatiralara bagli, hatiralarin disinda,
                             gecenin içinde :
       insanlar, âletler ve hayvanlar,
demirleri, tahtalari ve etleriyle birbirine sokulup,
korkunç
            ve sessiz emniyetlerini
                               birbirlerine sokulmakta bulup,
kocaman, yorgun ayaklari,
                               toprakli elleriyle yürüyorlardi.
Ve onlarin arasinda
Birinci Ordu Ikinci Nakliye Taburu'ndan
                                          Istanbullu soför Ahmet
                                                 ve onun kamyoneti vardi.
Bir acayip mahlûktu üç numrolu kamyonet :
Ihtiyar,
          cesur,
                   inatçi ve sirret.
Kirilip daglarda kalan sol arka makasi yerine
sasinin altina, dingilin üzerine
budakli bir gürgen kütügü sarmis olmasina ragmen
ve kalb agrilariyla
ve on kilometrede bir
karanliga yaslanip durdugu halde
ve vantilâtöründe dört kanattan ikisi noksan iken
sahsinin vekarli kudretini resmen biliyordu :
«6 Agustos emri»nde ondan ve arkadaslarindan
«... ihzar ve teskil edilmis bulunan
ve cem'an 300 ton kabiliyetinde kabul olunan
100 kadar serî otomobil...» diye bahsediliyordu.
Ihzar ve teskil olunanlar,
                        bu meyanda Ahmet'in kamyoneti,
insanlarin, âletlerin ve kagnilarin yanindan geçip
Afyon - Ahirdaglari ve imtidadina dogru iniyorlardi.

Ahmet'in kafasinda uzak bir sehir ve bir sarki vardi.
Bu sarki nihaventtir
ve beyaz tenteli sandallari,
                           siyah mavnalari,
                                günesli karpuz kabuklariyla
                                bir deniz kiyisindadir sehir.

Vantilâtörde adedi devir
                     düsüyor gibi.
Arkadaslar ileri geçtiler.
Ay batti.
Manzara yildizlardan ve daglardan ibaret.

Sen Süleymaniyelisin oglum Ahmet,
çinar dibinde iki mars bir oyunla yenip Bücür'ü,
kalk,
sira servilerin önünden yürü,
çesmeyi geç,
mektep bahçesi, medreseler,
orda, Harbiye Nezareti'nin arka duvarinda
siyah çarsafli bir kadin
çömelip yere
dari serper güvercinlere
ve papelciler
semsiye üstünde papaz açarlar.

Motor mizikçilik ediyor,
bizi dag baslarinda birakacak meret.

Ne diyorduk oglum Ahmet?
Dökmeciler sagda kalir,
derken, Uzunçarsi'ya saparken,
kösede, sol kolda seyyar kitapçi :
                       «Hikâyei Billûr Kösk»,
                       alti cilt «Tarihi Cevdet»
                       ve «Fenni Tabâhat».
Tabâhat, mutfaktan gelirmis,
yani yemek pisirmek.
Hani, uskumru dolmasina da bayilirim pek.
Yaldizli kuyrugundan tutup
bir salkim üzüm gibi yersin.

Ilerde bir süvari kolu gidiyor,
                        saptilar sola.

Uzunçarsi'yi dikine inersin.
Sandalyacilar, tavla pulculari, tesbihçiler.
Ve sen Istanbullu,
sen kendi ellerinin hünerine alismis oldugundan
sasarsin Istanbullulara :
ne kadar ince, ne çesitli hünerleri var, dersin.
Rüstem Pasa Camii.
Urgancilar.
Urgancilarda yüz parça yelkenli gemiyi
ve hesapsiz katir kervanlarini donatacak kadar
urgan, halat ve dökme tunçtan çingiraklar satilir.
Zindankapi, Babacafer.
Uzakta Balikpazari.
Kuruyemisçiler.
Yemis iskelesindeyiz :
                     sandallari, mavnalari,
                               günesli karpuz kabuklariyla
                                               yüzüne hasret kaldigim deniz.

Sol arka lastik hava mi kaçiriyor ne?
Inip
baksam...

Yemis iskelesinden dilenci vapuruna binip
Eyüp'te Niyet Kuyusu'na gittikti.
Elleri yumuk yumuk,
bacaklari biraz çarpikti ama,
yesil zeytin tanesi gibi gözler.
Kaslari da hilâl gibi çekikti.
Tam Kasimpasa'ya yaklastik, beyaz basörtüsü...

Lastik hava kaçiriyor.
Derdine deva bulmazsak eger...
Dur bakalim Babacafer...

Üç numrolu kamyonet durdu.
Karanlik.
Kriko.
Pompa.
Eller.
Küfreden ve küfrettigine kizan elleri
lastikte ve ihtiyar tekerlekte dolasirken
Ahmet hatirladi :
bir gece nüzüllü babaannesini
                                     sedirden sedire tasirken
                                                                 kadincagiz...

Iç lastik boydan boya patladi.
Yedek?
Yok.
Daglarda avaz avaz
               imdat istemek?

Sen Süleymaniyelisin oglum Ahmet,
sana tek basina verilmistir üç numrolu kanyonet.
Hem, hani bir koyun varmis,
                       kendi bacagindan asilan bir koyun.
Süleymaniyeli soför Ahmet
                                    soyun...

Soyundu.
Ceket, külot, pantol, don, gömlek ve kalpak
                                          ve kirmizi kusak,
Ahmet'i postallarinin üstünde çirilçiplak
                                            birakarak
                        dis lastigin içine girdiler,
                                               sisirdiler.

Bu sarki nihaventtir.
Deniz kiyisinda bir sehir...
Beyaz basörtüsü...

Saatta elli yapiyoruz...
Dayan ömrümün törpüsü,
dayan da daglar anadan dogma görsün soför Ahmet'i,
dayan arslan...

Hiçbir zaman
            böyle merhametli bir ümitle sevmedi
                                                        hiçbir insan
                                                             hiçbir âleti...


 

SEKIZINCI BAP
 

26 AGUSTOS GECESINDE SAATLAR IKI OTUZDAN BES OTUZA KADAR ve IZMIR RIHTIMINDAN AKDENIZ'E BAKAN NEFER
 
 

Saat 2.30.

Kocatepe yanik ve ihtiyar bir bayirdir,
ne agaç, ne kus sesi,
                  ne toprak kokusu vardir.
Gündüz günesin,
                     gece yildizlarin altinda kayalardir.
Ve simdi gece oldugu için
ve dünya karanlikta daha bizim,
                        daha yakin,
                                daha küçük kaldigi için
ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten
                 evimize, askimiza ve kendimize dair
                                       sesler geldigi için
kayaliklarda sayak kalpakli nöbetçi
oksayarak gülümseyen biyigini
                seyrediyordu Kocatepe'den
                        dünyanin en yildizli karanligini.
Düsman üç saatlik yerdedir
ve Hidirlik-tepesi olmasa
        Afyonkarahisar sehrinin isiklari gözükecek.
Küzeydoguda Güzelim-daglari
ve daglarda tek
                        tek
                            atesler yaniyor.
Ovada Akarçay bir pirilti halinde
ve sayak kalpakli nöbetçinin hayalinde
                   simdi yalniz sularin yaptigi bir yolculuk var :
Akarçay belki bir akar su,
                        belki bir irmak,
                               belki küçücük bir nehirdir.
Akarçay Derebogazi'nda degirmenleri çevirip
                            ve kilçiksiz yilan baliklariyla
                                    Yedisehitler kayasinin gölgesine girip
                                                                                   çikar.
Ve kocaman çiçekleri eflâtun
                                       kirmizi
                                               beyaz
ve saplari bir, bir buçuk adam boyundaki
                              hashaslarin arasindan akar.
Ve Afyon önünde
                       Altigözler Köprüsü'nün altindan
                                         gündoguya dönerek
ve Konya tren hattina rastlayip yolda
Büyükçobanlar Köyü'nü solda
                        ve Kizilkilise'yi sagda birakip
                                                           gider.

Düsündü birdenbire kayalardaki adam
kaynaklari ve yollari düsman elinde kalan bütün nehirleri.
Kim bilir onlar ne kadar büyük,
                      ne kadar uzundular?
Birçogunun adini bilmiyordu,
yalniz, Yunan'dan önce ve Seferberlik'ten evvel
Selimsahlar Çiftligi'nde irgatlik ederken Manisa'da
                  geçerdi Gediz'in sularini basi dönerek.

Daglarda tek
                    tek
                         atesler yaniyordu.
Ve yildizlar öyle isiltili, öyle ferahtilar ki
sayak kalpakli adam
nasil ve ne zaman gelecegini bilmeden
        güzel, rahat günlere inaniyordu
ve gülen biyiklariyla duruyordu ki mavzerinin yaninda,
birdenbire bes adim saginda onu gördü.
Pasalar onun arkasindaydilar.
O, saati sordu.
Pasalar : «Üç,» dediler.
Sarisin bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmakti.
Yürüdü uçurumun basina kadar,
egildi, durdu.
Biraksalar
ince, uzun bacaklari üstünde yaylanarak
ve karanlikta akan bir yildiz gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovasi'na atliyacakti.

Saat 3.30.

Halimur - Ayvali hatti üzerinde
                                 manga mevziindedir.

Izmirli Ali Onbasi
(kendisi tornacidir)
karanlikta gözyordamiyla
         sanki onlari bir daha görmiyecekmis gibi
              bakti manga efradina birer birer :
Sagda birinci nefer
                         sarisindi.
Ikinci esmer.
Üçüncü kekemeydi
fakat bölükte
             yoktu onun üstüne sarki söyliyen.
Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu cani.
Besinci, vuracakti amcasini vurani
                           tezkere alip Urfa'ya girdigi aksam.
Altinci,
inanilmiyacak kadar büyük ayakli bir adam,
memlekette topragini ve tek öküzünü
ihtiyar bir muhacir karisina biraktigi için
kardesleri onu mahkemeye verdiler
ve bölükte arkadaslarinin yerine nöbete kalktigi için
                                       ona «Deli Erzurumlu» derdiler.
Yedinci, Mehmet oglu Osman'di.
Çanakkale'de, Inönü'nde, Sakarya'da yaralandi
ve gözünü kirpmadan
                        daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.
Sekizinci,
              Ibrahim,
                           korkmiyacakti bu kadar
bembeyaz disleri böyle tikirdayip
                                 birbirine böyle vurmasalar.
Ve Izmirli Ali Onbasi biliyordu ki :
tavsan korktugu için kaçmaz
                       kaçtigi için korkar.

Saat 4.

Agzikara - Sögütlüdere mintikasi.
On ikinci Piyade Firkasi.
Gözler karanlikta, uzakta.
Eller yakinda, makanizmalar üzerinde.
Herkes yerli yerinde.
Tabur imami
mevzideki biricik silâhsiz adam :
                                   ölülerin adami,
kirik bir sögüt dali dikerek kibleye dogru,
durdu boyun büküp
                            el kavusturup
                                                sabah namazina.
Içi rahattir.
Cennet, ebedî bir istirahattir.
Ve yenilseler de, yenseler de âdâyi,
meydâni gazadan o kendi elleriyle verecektir
                        Cenâbi rabbülâlemîne sühedâyi.

Saat 4.45.

Sandikli civari.
Köyler.
Sarkik, siyah biyikli süvari,
çinar dibinde, beygirinin yaninda duruyordu.
Çukurova beygiri
                      kuyrugunu karanliga vuruyordu :
                                      dizkapaklarinda kan,
                                      kantarmasinda köpük...
Ikinci Süvari Firkasi'ndan Dördüncü Bölük,
atlari, kiliçlari ve insanlariyla havayi kokluyor.
Geride, köylerde bir horoz öttü.
Ve sarkik, siyah biyikli süvari
                     ellerinin tersiyle yüzünü örttü.
Karsi daglar ardinda, düsman elinde kalan
                           bir baska horoz vardir :
baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.
Düsmanlar herhal onu çoktan kesip
                                   çorbasini yapmislardir...

Saat bese on var.

Kirk dakka sonra safak
                                 sökecek.
«Korkma sönmez bu safaklarda yüzen al sancak».
Tinaztepe'ye karsi Kömürtepe güneyinde,
On besinci Piyade Firkasi'ndan iki ihtiyat zabiti
ve onlarin genci, uzunu,
Darülmuallimin mezunu
                                  Nurettin Esfak,
mavzer tabancasinin emniyetiyle oyniyarak
                                                    konusuyor :
        -Bizim Istiklâl Marsi'nda aksiyan bir taraf var,
        bilmem ki, nasil anlatsam,
        Âkif, inanmis adam,
        fakat onun, ben,
                 inandiklarinin hepsine inanmiyorum.
        Meselâ, bakin :
        «Gelecektir sana vaadettigi günler Hakkin.»
        Hayir,
        gelecek günler için
                            gökten âyet inmedi bize.
        Onu biz, kendimiz
                           vaadettik kendimize.
        Bir sarki istiyorum
                             zaferden sonrasina dair.
        «Kim bilir belki yarin...»

Saat bese bes var.

Daglar aydinlaniyor.
Bir yerlerde bir seyler yaniyor.
Gün agardi agaracak.
Kokusu tütmege basladi :
                      Anadolu topragi uyaniyor.
Ve bu anda, kalbi bir sahan gibi göklere salip
ve piriltilar görüp
ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çagiran sesler duyarak
bir müthis ve mukaddes mâcereda,
ön safta, en ön sirada,
sahlanip ölesi geliyordu insanin.

Topçu evvel mülâzimi Hasan'in
                                           yasi yirmi birdi.
Kumral basini gökyüzüne çevirdi,
                                            kalkti ayaga.
Bakti, yildizlari agaran muazzam karanliga.
Simdi bir hamlede o kadar büyük,
                               öyle söhretli isler yapmak istiyordu ki
bütün ömrünü ve hâtirasini
                      ve yedi buçukluk bataryasini
                                       aglanacak kadar küçük buluyordu.

Yüzbasi sordu :
- Saat kaç?
- Bes.
- Yarim saat sonra demek...

98956 tüfek
ve soför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk snayderlere, on beslik obüslere kadar,
bütün âletleriyle
ve vatan ugrunda,
yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle
Birinci ve Ikinci ordular
                            baskina hazirdilar.

Alaca karanlikta, bir çinar dibinde,
                                beygirinin yaninda duran
                                sarkik, siyah biyikli süvari
                                kisa çizmeleriyle atladi atina.
Nurettin Esfak
                bakti saatina :
- Bes otuz...
Ve basladi topçu atesiyle
                 ve fecirle birlikte büyük taarruz...

Sonra.
Sonra, düsmanin müstahkem cepheleri düstü.
Bunlar :
           Karahisar güneyinde 50
                              ve dogusunda 20-30 kilometredeydiler.

Sonra.
Sonra, düsman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik
                                                    Aslihanlar civarinda
                                                             30 Agustosa kadar.

Sonra.
Sonra, 30 Agustosta düsman kuvâyi külliyesi imha ve esir olundu.
Esirler arasinda General Trikopis :
Alaturka sopa yemis bir temiz
ve sirmalari kopuk frenk usagi...

Yarali bir düsman ölüsüne takildi Nurettin Esfak'in ayagi.
Nurettin dedi ki : «Teselyali Çoban Mihail,»
Nurettin dedi ki : «Seni biz degil,
                            buraya gönderenler öldürdü seni...»

Sonra.
Sonra, 31 Agustos günü
                    ordularimiz Izmir'e dogru yürürken
serseri bir kursunla vurulan
                          Deli Erzurumluydu.
Devrildi.
Kürek kemikleri altinda topragi duydu.
Bakti yukari,
bakti karsiya.
Gözler hayretle yandilar :
önünde, sirtüstü, yan yana yatan postallari
                            her seferkinden kocamandilar.
Ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayip geçen arkadaslarin arkasindan
seyredip günesli gökyüzünü
ihtiyar bir muhacir karisini düsündüler.
Sonra...
Sonra, sarsilip ayrildilar birbirlerinden
ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden
                       yüzlerini topraga döndüler...

Solda, ilerdeydi Ali Onbasi.
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takimi geçti yanindan dörtnala.
Kaçani kovalamiyordu yalniz
                      ulasmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor
                      yaratiyordu da.
Ve kiliçlarin,
                  nallarin,
                             ellerin
                                      ve gözlerin piriltisi
                ardarda çakan aydinlik bir bütündü.
Ali Onbasi bir simsek hiziyla düsündü
ve su türküyü duydu :
        «Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
          Akdeniz'e bir kisrak basi gibi uzanan
                                      bu memleket bizim.

          Bilekler kan içinde, disler kenetli, ayaklar çiplak
          ve ipek bir haliya benziyen toprak,
                                      bu cehennem, bu cennet bizim.

          Kapansin el kapilari, bir daha açilmasin,
          yok edin insanin insana kullugunu,
                                      bu dâvet bizim...

          Yasamak bir agaç gibi tek ve hür
          ve bir orman gibi kardesçesine,
          bu hasret bizim...»>

Sonra.
Sonra, 9 Eylülde Izmir'e girdik
ve Kayserili bir nefer
yanan sehrin kiziltisi içinden gelip
öfkeden, sevinçten, ümitten agliya agliya,
Güneyden Kuzeye,
Dogudan Batiya,
Türk halkiyla beraber
seyretti Izmir rihtimindan Akdeniz'i.

Ve biz de burda bitirdik destanimizi.
Biliyoruz ki lâyiginca olmadi bu kitap,
Türk halki bagislasin bizi,
onlar ki toprakta karinca,
                                    suda balik,
                                                    havada kus kadar
                                                                  çokturlar;
korkak,
            cesur,
                     câhil,
                             hakîm
                                      ve çocukturlar
ve kahreden
                 yaratan ki onlardir,
kitabimizda yalniz onlarin mâcerelari vardir...
 
 
1939 - 1940 -1941



winerilhan