BASLANGIÇ
ONLAR
Onlar ki toprakta karinca,
suda balik,
havada kus kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardir,
destânimizda yalniz onlarin mâceralari vardir.
Onlar ki uyup hainin igvâsina
sancaklarini elden yere düsürürler
ve düsmani meydanda koyup
kaçarlar evlerine
ve onlar ki bir nice murtada hançer üsürürler
ve yesil bir agaç gibi gülen
ve merasimsiz aglayan
ve ana avrat küfreden ki onlardir,
destânimizda yalniz onlarin mâceralari vardir.
Demir,
kömür
ve seker
ve kirmizi bakir
ve mensucat
ve sevda ve zulüm ve hayat
ve bilcümle sanayi kollarinin
ve gökyüzü
ve sahra
ve mavi okyanus
ve kederli nehir yollarinin,
sürülmüs topragin ve sehirlerin bahti
bir safak vakti degismis olur,
bir safak vakti karanligin kenarindan
onlar agir ellerini topraga basip
dogrulduklari zaman.
En bilgin aynalara
en renkli sekilleri aksettiren onlardir.
Asirda onlar yendi, onlar yenildi.
Çok sözler edildi onlara dair
ve onlar için :
zincirlerinden baska kaybedecek seyleri yoktur,
denildi.
BIRINCI BAP
YIL 1918-1919 ve KARAYILAN HIKÂYESI
Atesi ve ihaneti gördük
ve yanan gözlerimizle durduk
bu dünyanin üzerinde.
Istanbul 918 Tesrinlerinde,
Izmir 919 Mayisinda
ve Manisa, Menemen, Aydin, Akhisar :
Mayis ortalarindan
Haziran ortalarina kadar
yani tütün kirma mevsimi,
yani, arpalar biçilip
bugdaya baslanirken
yuvarlandilar...
Adana,
Antep,
Urfa,
Maras :
düsmüs
dövüsüyordu...
Atesi ve ihaneti gördük.
Ve kanli bankerler pazarinda
memleketi Alaman'a satanlar,
yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar
düstüler can kaygusuna
ve kurtarmak için baslarini halkin gazabindan
karanliga karisarak basip gittiler.
Yaraliydi, yorgundu, fakirdi millet,
en azili düvellerle dövüsüyordu fakat,
dövüsüyordu, köle olmamak için iki kat,
iki kat soyulmamak için.
Atesi ve ihaneti gördük.
Murat nehri, Canik daglari ve Firat,
Yesilirmak, Kizilirmak,
Gültepe, Tilbesar Ovasi,
gördü uzun disli Ingiliz'i.
Ve Aksu'yla Köpsu,
Karagöl'le Sögüt Gölü
ve gümüs basamakli türbesinde yatan
büyük, âsik ölü,
sapkasi horoz tüylü Italyan'i gördü.
Ve Çukurova,
kiyasiya düzlük,
uçurumlar, yamaçlar, daglar kiyasiya
ve Seyhan ve Ceyhan
ve kara gözlü Yürük kizi,
gördü mavi üniformali Fransiz'i.
Ve devam ettik atesi ve ihaneti görmekte.
Esraf ve âyân ve mütehayyizânin çogu
ve agalar :
Bagdasar Aga'dan
Kellesi Büyük Mehmet Aga'ya kadar,
düsmanla birlik oldular.
Ve inekleri, koyunlari, keçileri sürüp, götürüp,
gelinlerin irzina geçip,
çocuklari öldürüp
ve istiklâli yakip yiktikça düsman,
daga çikti mavzerini, nacagini, çiftesini kapan
ve çig gibi çogaldi çeteler
ve köylülerden pasalar görüldü,
kara donlu köylülerden.
Ve bizim tarafa geçenler oldu
Tunuslu ve Hindli kölelerden.
Ve Türkistanli Haci Ahmet,
kisik gözleri,
seyrek sakali,
hafif makinali tüfegiyle
daglarda bir basina dolasti.
Ve sabahleyin ve ögle sicaginda ve aksamüstü
ve ayisiginda ve yildiz alacasinda geceleyin,
ne zaman sikissa bizimkiler,
peyda oluverdi, yerden biter gibi o
ve ates etti
ve düsmani dagitti
ve kayboldu daglarda yine.
Atesi ve ihaneti gördük.
Dayandik,
dayandik her yanda,
dayandik Izmir'de, Aydin'da,
Adana'da dayandik,
dayandik, Urfa'da, Maras'ta, Antep'te.
Antepliler silâhsor olur,
uçan turnayi gözünden
kaçan tavsani ard ayagindan vururlar
ve arap kisraginin üstünde
taze yesil selvi gibi ince uzun dururlar.
Antep sicak,
Antep çetin yerdir.
Antepliler silâhsor olur.
Antepliler yigit kisilerdir.
Karayilan
Karayilan olmazdan önce
Antep köylüklerinde irgatti.
Belki rahatsizdi, belki rahatti,
bunu düsünmege vakit birakmiyordular,
yasiyordu bir tarla siçani gibi
ve korkakti bir tarla siçani kadar.
Yigitlik atla, silâhla, toprakla olur,
onun ati, silâhi, topragi yoktu.
Boynu yine böyle çöp gibi ince
ve böyle kocaman kafaliydi
Karayilan
Karayilan olmazdan önce.
Düsman Antep'e girince
Antepliler onu
korkusunu saklayan
bir fistik agacindan
alip indirdiler.
Altina bir at çekip
eline bir mavzer
verdiler.
Antep çetin yerdir.
Kirmizi kayalarda
yesil kertenkeleler.
Sicak bulutlar dolasir havada
ileri geri...
Düsman tutmustu tepeleri,
düsmanin topu vardi.
Antepliler düz ovada
sikismislardi.
Düsman sarapnel döküyordu,
topragi kökünden söküyordu.
Düsman tutmustu tepeleri.
Akan : Antep'in kaniydi.
Düz ovada bir gül fidaniydi
Karayilan'in
Karayilan olmazdan önceki siperi.
Bu fidan öyle küçük,
korkusu ve kafasi öyle büyüktü ki onun,
namliya tek fisek sürmeden
yatiyordu yüzükoyun.
Antep sicak,
Antep çetin yerdir.
Antepliler silâhsor olur.
Antepliler yigit kisilerdir.
Fakat düsmanin topu vardi.
Ve ne çare, kader,
düz ovayi Antepliler
düsmana birakacaklardi.
«Karayilan» olmazdan önce
umurunda degildi Karayilan'in
kiyamete dek düsmana verseler Antep'i.
Çünkü onu düsünmege alistirmadilar.
Yasadi toprakta bir tarla siçani gibi,
korkakti da bir tarla siçani kadar.
Siperi bir gül fidaniydi onun,
gül fidani dibinde yatiyordu ki yüzükoyun
ak bir tasin ardindan
kara bir yilan
çikardi kafasini.
Derisi isil isil,
gözleri atesten al,
dili çataldi.
Birden bir kursun gelip
kafasini aldi.
Hayvan devrildi kaldi.
Karayilan
Karayilan olmazdan önce
kara yilanin encâmini görünce
haykirdi avaz avaz
ömrünün ilk düsüncesini .
«Ibret al, deli gönlüm,
demir sandikta saklansan bulur seni,
ak tas ardinda kara yilani bulan ölüm.»
Ve bir tarla siçani gibi yasayip
bir tarla siçani kadar korkak olan,
firlayip atlayinca ileri
bir dehset aldi Anteplileri,
segirttiler pesince.
Düsmani tepelerde yediler.
Ve bir tarla siçani gibi yasayip
bir tarla siçani kadar korkak olana :
KARAYILAN dediler.
«Karayilan der ki : Harbe oturak,
Kilis yollarindan kelle getirek,
nerde düsman varsa orda bitirek,
vurun ha yigitler namus günüdür...»
Ve biz de bunu böylece duyduk
ve çetesinin basinda yillarca nâmi yürüyen
Karayilan'i
ve Anteplileri
ve Antep'i
aynen duyup isittigimiz gibi
destânimizin birinci bâbina koyduk.
IKINCI BAP
YIL YINE 1919 ve ISTANBUL'UN HÂLI ve ERZURUM ve SIVAS KONGRELERI ve KAMBUR KERIM'IN HIKÂYESI
Biz ki Istanbul sehriyiz,
Seferberligi görmüsüz :
Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin,
vagon ticareti, tifüs ve Ispanyol nezlesi
bir de Ittihatçilar,
bir de uzun konçlu Alman çizmesi
914'ten 18'e kadar
yedi bitirdi bizi.
Mücevher gibi uzak ve erisilmezdi seker
erimis altin pahasinda gazyagi
ve namuslu, çaliskan, fakir Istanbullular
sidiklerini yaktilar 5 numara lâmbalarinda.
Yedikleri misir koçaniydi ve arpa
ve süpürge tohumu
ve çöp gibi kaldi çocuklarin boynu.
Ve lâkin Tarabya'da, Pötisan'da ve Ada'da Kulüp'te
akti Ren saraplari su gibi
ve sekerin sahibi
kapladi Miloviç'in yorganina 1000 liraliklari.
Miloviç de beyaz at gibi bir kari.
Bir de sakali Halife'nin,
bir de Vilhelm'in biyiklari.
Biz ki Istanbul sehriyiz,
güzelizdir,
dört yanimiz mavi mavi dagdir, denizdir.
Öfkeli, büyük bir sair :
«Ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir»
demis
bize
ve bir baskasi,
yekpare Acem mülkünü fedâ etti bir sengimize.
Biz ki Istanbul sehriyiz,
iste, arzederiz halimizi
Türk halkinin yüce katina.
Mevsim yazdir,
919'dur.
Ve tesrinlerinde geçen yilin
dört düvele teslim ettiler bizi,
gözü kanli dört düvele
anadan dogma çirilçiplak.
Ve kurumustu
ve kan içindeydi memelerimiz.
Biz ki Istanbul sehriyiz,
Fransiz, Ingiliz, Italyan, Amerikan
bir de Yunan,
bir de zavalli Afrika zencileri
yer bitirir bizi bir yandan,
bir yandan da kendi köpek döllerimiz :
Vahdettin Sultan,
ve damadi Ferit
ve Ingiliz muhipleri
ve Mandacilar.
Biz ki Istanbul sehriyiz,
yüce Türk halki,
malûmun olsun çektigimiz acilar...
919 Temmuzunun 23'üncü günü
pek mütevazi bir mektep salonunda
in'ikad etti Erzurum Kongresi.
Erzurum'un kisi zorludur balam,
tandirinda tezek yakar Erzurum,
buz tutar yigitlerinin biyigi
ve geceleyin karli ovada
kaskati katilasmis, donmus görürsün karanligi.
Erzurum'da kavaklar, balam,
Erzurum'da kavaklar tane tane,
kavaklarda tane tane yapraklar.
Ve terden ve toz dumandan ve sinekten geçilmez
Erzurum'da yaz gelip de basti miydi sicaklar.
Erzurum'un düzdür, topraktir dami.
Erzurum güzelleri giyer, balam,
incecik ak yünden ehrami.
Yürek boynun büker, balam,
Erzurumlu türkülere.
Halim selimdir Erzurum'un adami
ve lâkin dönmesin gözü bir kere!...
Erzurum'da on dört gün sürdü Kongre :
orda, mazlum milletlerden bahsedildi
bütün mazlum milletlerden
ve emperyalizme karsi dövüslerinden onlarin.
Orda, bir Sûrayi Millî'den bahsedildi,
Iradei Milliyeye müstenit bir Sûrayi Millî'den.
Buna ragmen,
«Âsi gelmiyelim» diyenler vardi,
«makami hilâfet ve saltanata.»
Hattâ casuslar vardi içerde.
Buna ragmen,
«Bütün aksâmi vatan birküldür» denildi.
«Kabul olunmaz,» denildi,
«Manda ve Himaye...»
Buna ragmen,
Istanbul'da birçok hanimlar, beyler, pasalar,
Türk halkindan kesmislerdi umudu.
Yagdirildi telgraflar Erzurum'a :
«Amerikan mandasi altina girelim,» diye.
«Istiklâl, diyorlardi, sâyani arzu ve tercihtir, amma
bugün bu, diyorlardi, mümkün degil,
birkaç vilâyet, diyorlardi, kalacak elde,
su halde, diyorlardi, su halde,
Memâliki Osmaniye'nin cümlesine sâmil
Amerikan mandaterligini talep etmegi
memleketimiz için en nâfi
bir sekli hal kabul ediyoruz.»
Fakat bu sekli halli kabul etmedi Erzurumlu.
Erzurum'un kisi zorludur balam,
buz tutar yigitlerin biyigi.
Erzurum'da kaskati, dimdik ölür adam,
kabullenmez yilginligi...
Istanbul'da hanimlar, beyler, pasalar,
tül perdeler, kravatlar, apoletler, siseler,
çiti piti dilleri ve pamuk gibi elleri
ve biçare telgraf telleri
devretmek için Amerika'ya Anadolu'yu
söyle diyorlardi Erzurum'dakilere :
«Bizi bir basimiza biraksalar,
tarafgirlik, cehalet
ve çok konusmaktan baska müspet
bir hayat kuramayiz.
Iste bu yüzden Amerika çok isimize geliyor.
Filipin gibi vahsi bir memleketi adam etti Amerika.
Ne olacak,
Biz de on bes, yirmi sene zahmet çekeriz,
sonra Yeni Dünya'nin sayesinde
Istiklâli kafasinda ve cebinde tasiyan
bir Türkiye vücuda geliverir.
Amerika, içine girdigi memleket ve millet hayrina
nasil bir idare kurdugunu
Avrupa'ya göstermek ister.
Hem artik isi uzatmaga gelmez.
Çok tehlikeli anlar yasiyoruz.
Sergüzest ve cidâl devri geçmistir :
Türkiye'yi, genis kafali birkaç kisi belki kurtarabilir.»
4 Eylül 919'da toplandi Sivas Kongresi,
ve 8 Eylülde
Kongrede bu sefer
yine ortaya çikti Amerikan mandasi.
Ak koyunla kara koyunun
geçitte belli oldugu günlerdi o günler.
Ve Istanbul'dan gelen bazi zevat,
sapsari yilginliklariyla beraber
ve ihanetleriyle birlikte
bir de Amerikan gazeteci getirmistiler.
Ve Erzurumlulardan ve Sivaslilardan ve Türk milletinden çok
isbu Mister Bravn'a güveniyorlardi.
Bu zevata :
«Istiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler!»
denildi.
Fakat ayak diredi efendiler :
«Mandanin, istiklâli ihlâl etmiyecegi muhakkak iken,»
dediler,
«Herhalde bir müzâherete muhtaciz diyorum ben,»
dediler,
«Hem zaten,»
dediler,
«birbirine mani seyler degildir
istiklâl ile manda.
Ve esasen,»
dediler,
«müstakil kalamayiz böyle bir zamanda.
Memleket harap,
toprak çorak,
borcumuz 500 milyon,
vâridat ise 15 milyon ancak.
Ve Allah muhafaza buyursun
Izmir kalsa Yunanistan'da
ve harbetsek,
düsmanimiz vapurla asker getirir.
Biz Erzurum'dan hangi simendiferle nakliyat yapabiliriz?
Mandayi kabul etmeliyiz, hemen,»
dediler.
«Onlar dretnot yapiyor,
biz yelkenli bir gemi yapamiyoruz.
Hem, Istanbul'daki Amerikan dostlarimiz :
Mandamiz korkunç degildir,
diyorlar,
Cemiyeti Akvam nizamnamesine dahildir,
diyorlar.»
Ve böylece, bin dereden su getirdi Istanbul'dan gelen zevat.
Sivas, mandayi kabul etmedi fakat,
«Hey gidi deli gönlüm,»
dedi,
«Akilli, umutlu, sabirli deli gönlüm,
ya ISTIKLAL, ya ölüm!»
dedi.
Kambur Kerim de böyle dedi aynen.
Adapazarliydi Kambur Kerim.
Seferberlikte ölen babasi marangozdu.
Seferberlik denince aklina Kerim'in :
çok beyaz bir yastikta kara sakalli bir ölü yüzü,
Fahri Bey çiftliginde patates toplayip
kaz gütmek,
mektep kitaplari
ve bir de saçlari altin gibi sari
fakat alni çizgiler içinde anasi gelir.
335'te Kerim Eskisehir'e gitti,
mektebe, teyzelerine ve dayisina.
Dayisi simendiferde makinistti.
Düsman elindeydi Eskisehir.
Kerim on dört yasindaydi,
kamburu yoktu.
Dümdüzdü fidan gibi
ve dünyaya merakli bir çocuktu.
Dayisi sürmege gittigi günler simendiferi
Kerim'e ekmek vermediginden teyzeleri
(çok uzun saçli, ihtiyar iki kadin)
Hintli askerlerle dost oldu Kerim.
Bunlar
(sasilacak sey)
Türkçe bilmeyen
ve siyah sakallari, siyah gözleri parlak,
avuçlarinin üstü esmer, içi ak
ve tel örgülerin üzerinden
Kerim'e bisküviti kutularla atan amcalardi.
Kocaman bir ambarlari vardi,
Kerim içinde oynardi.
Ambarda nohut çuvallari, bakla, kuru üzüm,
(sasilacak sey,
katirlarin yemesi için)
ve sonra cephane sandiklariyla silahlar.
Bir gün dedi ki makinist dayisi Kerim'e :
«Ambardan silâh çalip bana getir,
gâvura karsi koyan zeybeklere gönderecegim.»
Ve ambardan silâh çaldi Kerim :
bir
bir tane daha
bes
on.
Aldatti Hindistanli dostlarini
zeybekleri daha çok sevdiginden.
Zaten çok sürmedi, parlak kara sakalli amcalar gitti,
Kerim geçirdi onlari istasyona kadar.
Ertesi gün Lefke köprüsünü atip
zeybekler gelince Eskisehir'e
dayisi Kerim'i elinden tutup
verdi onlara.
Ve iste o günden sonra
bugüne kadar
kahraman bir türküdür ömrü Kerim'in.
Eskisehir'den alip onu
«Kocaeli Grubu» pasasina götürdüler.
Çatik kasli, yüzü gülmez bir pasaydi bu.
Çabucak ögrendi Kerim ata binmeyi,
sigirtmaç olmayi
-zaten bilgisi vardi bunda-
kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi,
gizlenmeyi ormanda.
Ve bütün bu marifetleriyle Kerim
kaç kere ölüme bir kursun atimi yaklasarak
ve «Geçmis olsun» dedikleri zaman sasarak
düsman içinden geçip getirdi haber
götürdü haber.
Onu namli bir «kaptan» gibi saydi çeteler,
bir oyun arkadasi gibi sevdi çeteleri o.
Ve bir fidan gibi düz
bir fidan gibi cesur
bir fidan gibi vaadeden bir çocugun
sevinçle oynadigi bu müthis oyun
sürdü 1337'ye kadar...
Kocaeli ormani gürgen ve meseliktir :
yüksek
kalin.
Gökyüzü gözükmez.
Durgun bir geceydi.
Hafif yagmur yagmisti biraz önce.
Fakat islanmamis ki yerde yapraklar
karanlikta hisirtilarla yürüyordu beygiri Kerim'in.
Solda
ilerde
tepenin eteginde ates yaniyordu :
«Tekneciler» diye anilan
gâvur çetelerinin olmali.
Dallardan damlalar düsüyordu Kerim'in yüzüne.
Beygirin basi gittikçe daha çok karanliga giriyor.
Ipsiz Recep'in yanindan dönüyordu Kerim.
Kâatlar götürmüs
kâatlar getiriyor.
Birdenbire durdu beygir,
heykel gibi,
-Tekneciler'in atesini görmüs olacak-
sonra birdenbire dörtnala kalkti.
Sasirdi Kerim.
Dizginleri birakti.
Sarildi beygirin boynuna.
Deli gibi gidiyordu hayvan.
Çocuga art arda çarpiyordu agaçlar.
Meseleri ve gürgenleriyle orman
karanlik bir rüzgâr gibi geçiyor iki yandan.
Kim bilir kaç saat böyle gidildi.
Orman bitti birdenbire.
-Ay dogmus olacak ki ortalik aydinlikti-
Ve Kerim ayni hizla geldigi zaman
Armasa'nin altinda Basdegirmenler'e
beygir ansizin kapaklandi yere,
tekerlendi Kerim.
Dogruldu.
Ve aklina ilk gelen sey
saatina bakmak oldu.
Kirilmisti cami.
Bindi beygire tekrar.
Hayvan topalliyordu biraz.
Uslu uslu yola koyuldular.
Sol kulagi kaniyordu Kerim'in,
Kirezce'ye geldiler
(Sapanca'yla Arifiye arasi),
Kerim durdu,
Biraz zor nefes aliyordu.
Geyve'ye girdi ertesi aksam.
Beli o kadar agriyordu ki
inemedi beygirden
indirdiler.
Kerim'i bir yayliya bindirdiler.
Adapazari.
Sonra belki on gün, belki on bes,
kagnilar, mekkâre arabalari,
sonra, gitgide daralan nefesi,
Yahsihan,
Konya,
Sile nahiyesi
(burda malûl gaziler için
takma kol ve bacak yapiliyordu),
ve nihayet Hatçehan köyünden çikikçi Serif Usta.
Hâlâ rüyalarinda görür Kerim
incecik bir yoldan esekle gelip
üzerine dogru egilen
bu çiçekbozugu insan yüzünü.
Usta, ovdu Kerim'i bayiltincaya kadar.
Sonra, zifte koydu bu kirilmis dal gibi çocuk gövdesini.
Yirmi gün geçti aradan.
Ve sonra bir ikindi vakti ziftin içinden
Kerim'i kambur çikardilar.
ÜÇÜNCÜ BAP
YIL 1920 ve ARHAVELI ISMAIL'IN HIKÂYESI
Atesi ve ihaneti gördük.
Düsman ordusu yine basladi yürümege.
Akhisar, Karacabey,
Bursa ve Bursa'nin dogusunda Aksu,
çarpisarak çekildik...
920'nin
29 Agustos'u :
Usak düstü.
Yarali
ve dehsetli kizgin
fakat topragimizdan emin,
Dumlupinar sirtlarindayiz.
Nazilli düstü.
Atesi ve ihaneti gördük.
Dayandik
dayanmaktayiz.
1920 Subat, Nisan, Mayis,
Bolu, Düzce, Geyve, Adapazari :
Içimizde Hilâfet Ordusu,
Anzavur isyanlari.
Ve ayni siradan,
3 Ekim Konya.
Sabah.
500 asker kaçagi ve yesil bayragiyla Delibas
girdi sehre.
Alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler.
Ve Manavgat istikametlerinde kaçip
ölümlerine giderken
terkilerinde kesilmis kafalar götürdüler.
Ve 29 Aralik Kütahya :
4 top
ve 1800 atli bir ihanet
yani Çerkez Ethem,
bir gece vakti
kilim ve hali yüklü katirlari,
koyun ve sigir sürülerini önüne katip
düsmana geçti.
Yürekleri karanlik,
kemerleri ve kamçilari gümüslüydü,
atlari ve kendileri semizdiler...
Atesi ve ihaneti gördük.
Ruhumuz firtinali, etimiz mütehammil.
Sevgisiz ve ihtirassiz çiplak devler degil,
inanilmaz zaaflari, korkunç kuvvetleriyle,
silâhlari ve beygirleriyle insanlardi dayanan.
Beygirler çirkindiler,
bakimsizdilar,
hasta bir fundaliktan yüksek degillerdi.
Fakat bozkirda kisneyip köpürmeden
sabirli ve doludizgin kosmasini biliyorlardi.
Insanlar uzun asker kaputluydu,
yalnayakti insanlar.
Insanlarin basinda kalpak,
yüreklerinde keder,
yüreklerinde müthis bir ümit vardi.
Insanlar devrilmisti, kedersiz ve ümitsizdiler.
Insanlar, etlerinde kursun yaralariyla
köy odalarinda unutulmustular.
Ve orda sargi,
deri
ve asker postallari halinde
yan yana, sirtüstü yatiyorlardi.
Koparilmis gibiydi parmaklari saplandigi yerden
egrilip bükülmüstü
ve avuçlarinda toprak ve kan vardi.
Ve asker kaçaklari,
korkulari, mavzerleri, çiplak, ölü ayaklariyla
karanlikta köylerin içinden geçiyorlardi.
Acikmistilar,
merhametsizdiler,
bedbahttilar.
Sosenin issiz beyazligina inip
nal sesleri ve yildizlarla gelen atliyi çeviriyor
ve Bolu daginda ekmek bulamadiklari için
deviriyorlardi uçurumlara :
sayak, cigara kâadi, tuz ve sabun yüklü yaylilari.
Ve çok uzak,
çok uzaklardaki Istanbul limaninda,
gecenin bu geç vakitlerinde,
kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takalari :
hürriyet ve ümit,
su ve rüzgârdilar.
Onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculugundan beri vardilar.
Tekneleri kestane agacindandi,
üç tondan on tona kadardilar
ve lâkin yelkenlerinin altinda
findik ve tütün getirip
seker ve zeytinyagi götürürlerdi.
Simdi, büyük sirlarini götürüyorlardi.
Simdi, denizde bir insan sesinin
ve demirli sileplerin kederlerini
ve Kabatas açiklarinda sallanan
saman kayiklarinin fenerlerini
peslerinde birakip
ve karanlik suda Amerikan taretlerinin önünden akip
küçük,
kurnaz
ve magrur
gidiyorlardi Karadeniz'e.
Dümende ve basaltlarinda insanlari vardi ki
bunlar
uzun egri burunlu
ve konusmayi sehvetle seven insanlardi ki
sirti lâcivert hamsilerin ve misir ekmeginin
zaferi için
hiç kimseden hiçbir sey beklemeksizin
bir sarki söyler gibi ölebilirdiler...
Karanlikta kursunîi derisi kirmiziya boyanan
baltabas gemi
Ingiliz torpitosudur.
Ve dalgalarin üstünde sallanarak
alev alev
yanan :
Saban Reisin bes tonluk takasi.
Kerempe Fenerinin yirmi mil açiginda,
gecenin karanliginda,
dalgalar minare boyundaydilar
ve baslari bembeyaz parçalanip dagiliyordu.
Rüzgar :
yildiz - poyraz.
Esirlerini bordasina alip
kayboldu Ingiliz torpitosu.
Saban Reisin teknesi
atesten diregiyle gömüldü suya.
Arheveli Ismail
bu ölen teknedendi.
Ve simdi
Kerempe Fenerinin açiginda,
batan teknenin kayiginda
emanetiyle tek basinadir,
fakat yalniz degil :
rüzgârin,
bulutlarin
ve dalgalarin kalabaligi,
Ismail'in etrafinda hep bir agizdan konusuyordu.
Arheveli Ismail
kendi kendine sordu :
«Emanetimizle varabilecek miyiz?»
Kendine cevap verdi :
«Varmamis olmaz.»
Gece, Tophane rihtiminda
Kamaci ustasi Bekir Usta ona :
«Evlâdim Ismail,» dedi,
«hiç kimseye degil,» dedi,
«bu, sana emanettir.»
Ve Kerempe Fenerinde
düsman projektörü dolasinca takanin yelkenlerinde,
Ismail, reisinden izin isteyip,
«Saban Reis,» deyip,
«emaneti yerine götürmeliyiz,» deyip
atladi takanin patalyasina,
açildi.
«Allah büyük
ama kayik küçük» demis Yahudi.
Ismail bodoslamadan bir sagnak yedi,
bir sagnak daha,
pesinden üç-kardesler.
Ve denizi biçak atmak kadar iyi bilmeseydi eger
alabora olacakti.
Rüzgâr tam kerte yildiza dönüyor.
Ta karsida bir kirmizi damla isik görünüyor :
Sivastopol'a giden bir geminin
sancak feneri.
Elleri kanayarak
çekiyor Ismail kürekleri.
Ismail rahattir.
Kavgadan
ve emanetinden baska her seyin haricinde,
Ismail unsurunun içinde.
Emanet :
bir agir makinali tüfektir.
Ve Ismail'in gözü tutmazsa liman reislerini
ta Ankara'ya kadar gidip
onu kendi eliyle teslim edecektir.
Rüzgâr bocaliyor.
Belki karayel gösterecek.
En azdan on bes mil uzaktir en yakin sahil.
Fakat Ismail
ellerine güvenir.
O eller ekmegi, küreklerin sapini, dümenin yekesini
ve Kemeralti'nda Fotika'nin memesini
ayni emniyetle tutarlar.
Rüzgâr karayel göstermedi.
Yüz kerte birden atlayip rüzgâr
bir anda bütün ipleri biçakla kesilmis gibi
düstü.
Ismail beklemiyordu bunu.
Dalgalar bir müddet daha
yuvarlandilar teknenin altinda
sonra deniz dümdüz
ve simsiyah
durdu.
Ismail sasirip birakti kürekleri.
Ne korkunçtur düsmek kavganin haricine.
Bir ürperme geldi Ismail'in içine.
Ve bir balik gibi ürkerek,
bir sandal
bir çift kürek
ve durgun
ölü bir deniz seklinde gördü yalnizligi.
Ve birdenbire
öyle kahrolup duydu ki insansizligi
yildi elleri,
yüklendi küreklere,
kirildi kürekler.
Sular tekneyi açiga sürüklüyor.
Artik hiçbir sey mümkün degil.
Kaldi ölü bir denizin ortasinda
kanayan elleri ve emanetiyle Ismail.
Ilkönce küfretti.
Sonra, «elham» okumak geldi içinden.
Sonra, güldü,
egilip oksadi mübarek emaneti.
Sonra...
Sonra, malûm olmadi insanlara
Arhaveli Ismail'in âkibeti...
DÖRDÜNCÜ BAP
NURETTIN ESFAK'IN BIR MEKTUBU ve BIR SIIRI
Kardesim,
sana bu mektubu Ankara'da Kuyulu kahvede yaziyorum.
Hep ayni Anadolu havalarini çaliyor gramofon
kocaman bir boru çiçegine benzeyen agziyla,
Disarda yagmur...
Mektepten istifa ettim.
Cepheye gidiyorum ihtiyat zabitligiyle.
Çocuklarimiza Türkçe okutmak,
ögretmek, sevdirmek onlara
dünyanin en diri, en taze dillerinden birini,
kendi dillerini,
güzel sey,
büyük sey.
Fakat bu dilin insanlari için çakmak çalmak cehpede
daha büyük
daha güzel.
Biliyorum :
is bölümünden bahsedeceksin.
Fakat, Ankara'da çocuklara ders vermek,
bozkirda ates hattina girmek
haksiz ve hazin
bir is bölümü.
Öyle günlerde yasiyoruz ki
ben bir is yapabildim diyebilmek için :
hep alninin ortasinda duyacaksin ölümü.
Bak, tam sana bunlari yazarken
asker geçiyor sokaktan ;
yagmurda harap postallarinin mesinini islatarak
Meclis'in önüne dogru iniyorlar,
Istasyona gidecekler.
Ve türkü söylerken, her nedense her zaman yaptigi gibi,
sesini incelterek mars okuyor genç Türk köylüsü :
«Ankara'nin tasina bak,
gözlerimin yasina bak...»
Yüzleri mühim, dalgin ve yorgun.
Tiraslari uzamis biraz.
Elleri büyük ve esmer.
Elâ gözlüler, kara gözlüler, mavi gözlüler.
Yine birdenbire Yunus Emre geldi aklima.
Baska türlü anliyorum ben Yunus'u :
Bence onda bütün bir devir dile gelmis Türk köylüsü :
öte dünyaya dair degil,
bu dünyaya dair kaygilariyla...
Bir siir yazdim,
garip bir siir,
«Türk Köylüsü» diye.
Bir tuhaf mi oluyor böyle günlerde siir yazmak?
Her ne hâl ise, hosça kal, gözlerinden öperim.
Kardesin
Nurettin Esfak
TÜRK KÖYLÜSÜ
Topraktan ögrenip
kitapsiz bilendir.
Hoca Nasreddin gibi aglayan
Bayburtlu Zihni gibi gülendir.
Ferhad'dir
Kerem'dir
ve Keloglan'dir.
Yol görünür onun garip serine,
analar, babalar umudu keser,
kahbe felek ona eder oyunu.
Çarsambayi sel alir,
bir yâr sever
el alir,
kanadi kirilir
çöllerde kalir,
ölmeden mezara koyarlar onu.
O, «Yûnusû biçâredir
Bastan ayaga yâredir»,
agu içer su yerine.
Fakat bir kerre bir derd anlayan düsmeyegörsün önlerine
ve bir kerre vakterisip
«-Gayrik yeter!...»
demesinler.
Bunu bir dediler mi,
«Isrâfil sûrunu urur,
mahlûkat yerinden durur»,
topragin nabzi baslar
onun nabizlarinda atmaga.
Ne kendi nefsini korur,
ne düsmani kayirir,
«Daglari yirtip ayirir,
kayalari kesip yol eyler âbihayat akitmaga...»
BESINCI BAP
920'NIN 16 MARTI ve MANASTIRLI HAMDI EFENDI ve RESADIYELI VELI OGLU MEMET'IN HIKÂYESI
«Bu hamiyetli ve cesur, Manastirli Hamdi Efendi olmasaydi, Istanbul felâketinden kim bilir haber almak için ne kadar intizarlar içinde kalacaktik. Istanbul'da bulunan nâzir, mebus, kumandan, teskilâtimiz mensuplari içinden bir zat çikip vaktiyle bize haber vermegi düsünmemis oldugu anlasiliyor. Demek ki cümlesini heyecan ve helecan kaplamisti. Bir ucu Ankara'da bulunan telin Istanbul'da bulunan ucuna yanasamayacak kadar saskin bir hale gelmis olduklarina bilmem ki hükmetmek caiz olur mu?»
(Nutuk, s. 295, Devlet Basimevi, Istanbul 1938)
920'nin 16 Marti.
Ögleden evvel
saat onda
makina basinda söyle bir telgraf aldi Ankara'daki :
«Der-aliye 16/3/1920.
Ingilizler basti bu sabah
Sehzadebasi'ndaki Muzika karakolunu.
Müsademe edildi.
Isgal altina aliyorlar Istanbul'u simdi.
Berâyi malûmat arzolunur.
Manastirli Hamdi.»
920'nin 16 Marti.
Harbiye Nezareti telgrafhanesi buldu Ankara'yi :
«Etrafta dolasiyor Ingiliz askerleri.
Simdi iste
Ingiliz askerleri giriyorlar nezarete.
Iste giriyorlar içeri.
Nizamiye kapisina.
Teli kes.
Ingilizler burdadir.»
920'nin 16 Marti.
Manastirli Hamdi Efendi
buldu Ankara'dakini tekrar :
«Pasa hazretleri,
Harbiye telgrafhanesini de isgal etti Ingiliz bahriye askeri
Tophane'yi de isgal ediyorlar bir taraftan,
bir taraftan da zirhlilardan asker ihraç olunuyor.
Vaziyet vehamet kesbediyor efendim.
Pasa hazretleri,
Emri devletlerine muntazirim.
16 Mart 1920
Hamdi»
920'nin 16 Marti.
Durumu bir daha tekrar etti Hamdi Efendi :
«Sabah bizim asker uykuda iken
Ingiliz bahriye efradi karakolu isgal etmekte iken
askerlerimiz uykudan saskin kalkinca müsademe basliyor.
Neticede bizden alti sehit, on bes mecruh olup
Ingilizler zirhlilari rihtima yanastirip
Beyoglu ve Tophane'yi isgal edip.
Iste Beyoglu telgrafhanesi de yok.
Iste Beyoglu telgraf memurlari geldiler.
Kovmuslar.
Burasi da isgal olunacaktir bir saata kadar.
Simdi haber aldim efendim.»
920'nin 16 Marti
uykuda kesti kâfir üçümüzü,
kursuna dizdi kâfir ikimizi.
Ingiliz'in hepsi degil domuzu
Sabaha karsi aldi canimizi.
920'nin 16 Marti
basildi Vezneciler'de karargâh.
Uyan be tosunum uyan.
Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
üçümüz : Abdullah çavus, Sarkisla'dan Osman,
bir de Zileli Abdülkadir.
920'nin 16 Marti
Bozdogan Kemeri'nde
kursuna dizdi kâfir ikimizi.
Ahmet oglu Nasuh arkadasimin adi,
Resadiyeli Veli oglu Memet benimkisi.
920'nin 16 Marti
uykuda kesti kâfir üçümüzü.
Soktu Osman'in karnina kasaturayi,
basti gögsüne kâfirin dizi.
Dört çocuk babasiydi Abdullah çavus.
Doymadi dünyasina Abdülkadir.
Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
kursuna dizdi ikimizi.
920'nin 16 Mart sabahi,
karakolun karsisinda
birakmadim elimden silâhi,
yere serdim iki Ingiliz'i.
Senin irzini kurtardim Istanbul'um,
Sana can feda çakir gözlü gülüm.
Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
kursuna dizdi ikimizi.
Simdi üçümüz :
Abdullah ve Osman ve Abdülkadir,
taslari yan yana yatar Eyüp'te.
Arama, bulamazsin ikimizin kabrini,
belki masrikta, belki magripte,
biz de bilemeyiz yerini.
Uykuda kestiler üçümüzü,
kursuna dizdiler ikimizi,
Ahmet oglu Nasuh arkadasimin adi,
Resadiyeli Veli oglu Memet benimkisi.
Bir de altincimiz var,
kara kaytan biyikli bir sehit,
son mekâni söyle dursun,
adini da bilen yok...